'İki şey var ancak ölümle unutulur,' diyor Nazım Hikmet,
'anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü!'
***
İki şey…
Şehrimizin yüzüyle anamızın yüzü.
2011 yılının 22 Aralık gecesiydi.
22 Aralık'ı 23 Aralık'a bağlayan gece…
Saat 22'yi geçmiş, 23'e doğru ilerliyordu.
Ağır aksak.
Durdu duracak.
***
Anamızın yüzü…
Ancak ölümle…
Hep bir keder ve hüzün vardı annemin yüzünde.
Korku…
Kaygı…
Ürkeklik…
Ezilmişlik.
Fakirlik bir taraftan, garibanlık bir taraftan, kimsesizlik bir taraftan.
***
'İki şey var ancak ölümle unutulur…'
1940'lı yıllar…
Kız çocuklarının yedisinde mektep yerine şehirlerde fabrikaya, köylerde tarlaya çapaya gönderildiği yıllar.
On ikisinde de evlendirildiği.
Öyle olunca…
Fakirlik bir taraftan, cahillik bir taraftan…
O haliyle yine de sekiz çocuk dünyaya getirip büyütmüş.
Hayıflanırdı, mahcubiyet içinde açıklamada bulunurdu:
'Tarlada çalışırken büyüttüm sizi. Çalının altına yatırır, tülbent içine biraz şeker, olursa bir parça lokum kor, onu ağzınıza tıkıştırıp çalışmaya dönerdim. Aklım giderdi çalının altına yılan, çıyan gelecek diye…'
***
İki şey…
Ancak ölümle…
Anamızın yüzü…
Elleri nasırlıydı.
Yüzü toprak gibi çizgi çizgi.
Hep hüzünlü ve kederli.
Hep mahcup…
Kaygılı, ürkek.
Belki de fakirliğin verdiği bir ezilmişlikle, hiç gülmezdi annemin yüzü.
Ağır, olgun, metanetli bir yüzü vardı.
Dağlar, taşlar gibi sertti.
Ama yufka bir yüreği vardı.
Ağlayıverirdi her şeye.
Ve karımı 'yavrum,' diye severdi. Ölesiye kıskanırdım.
***
Uzun, soğuk, bezdirici bir kış gecesiydi…
Sabahı bekliyorduk.
Annem yoğun bakımda; ben mutfak masasında, tavandan sarkan büyük lambanın altında.
Sorguya çekiliyor gibiydim.
Pişmanlıklarımla yüzleşiyordum.
Bir şey olsun istiyordum. Bir şey olsun. Zaman geriye, bir yıl, üç yıl, beş yıl geriye gitsin istiyordum. Son bir fırsat verilsin istiyordum…
O gece sabah olmadı.
Saat 23'e varmadı.
Zaman durdu.
***
'Ancak ölümle unutulur anamızın yüzü!'
Kaç yıl geçti…
Hala sık sık rüyamda görüyorum annemin yüzünü.
Ve hala hüzünlü ve kederli.