Bir filozofun anılarını anlattığı bir kitabında okumuştum(1). Nazilerin toplama kamplarına esir olarak düştüğünde, yemek öğünlerinde kendisine verilen yumurta, patates, meyve gibi yiyeceklerin hepsini yemez, bir kısmını çok aç kalınca yemek için toprağın altında gizli bir yerde saklar, ama bir süre sonra ne durumda olduklarına bakmak için toprağı kazdığında hepsinin çürümüş olduğunu görürmüş… Bu filozof da hiçbir sevgiye güvenmemiş, bu güvensizlik yüzünden hiçbir sevgiyi doyasıya yaşayamamış, hep bir gün sevgisiz kalacağını düşünerek elindekileri zor günleri için saklayıp gizlemiş, ama sonunda hep geç kaldığı için neye sarılsa onlar ya çoktan çekip gitmiş ya da toprağın altında çürümüş… Bu filozof kendisini durmadan yaralayıp inciten birine aşık olduğunu zannetmiş ve onunla evlenmiş… Ve aklın öte yakasına geçtiği bir gün karısını boğarak öldürmüş, ömrünün kalan kısmını bir akıl hastanesinde geçirmek zorunda kalmış… Kendisine soranlara karısını niye boğarak öldürdüğünü bilmediğini söylemiş…

Hatırlarsın, hem sen neyi unuttun ki bu ilişkide… Benimle artık niye sevişmiyorsun, diye sorduğunda, sana tutkum kalmadı, demiştim… Bunları duyunca gözlerin şaşkınlık dolu, ama çok eski bir acıyla açılmış, neden, diye sormuştun, neden artık tutku duymuyorsun bana… Çünkü sana ne yapsam beni terk edip gitmekle tehdit etmeyeceğini, birçok insanın yaptığı gibi rekabetçi oyunlarla başka birinin varlığını hissettirerek beni kendine hırs ve öfkeyle bağlamayacağını çok iyi anladım, demiştim sana… Benim için artık gizemli, ele geçmez biri değilsin… Beni olmadık bahanelerle kendime karşı ezik ve suçlu hissettirmedin… Yabancım değilsin. Seni çok iyi tanıyorum artık. Sen ben gibisin. Seninle seviştiğimde sanki kendimle sevişiyor gibiyim… Oysa ben kendimle sevişmekten zevk almıyorum artık. Beni incitip acı çektiren, bir eliyle sevip okşarken, öbür elinde sakladığı bıçağını bana ne zaman ve nerede saplayacağını tasarlayan birine tutkuyla bağlanabilirim ben artık…

Bunları sana söylemek büyük bir acımasızlıktı, biliyordum… Beni bu hale getirenler de bana hiç acımamışlardı… Onlardan bu yaptıklarının intikamını alamamış, aksine bana bu yaşattıklarından gizli ve hastalıklı bir haz almıştım… Şimdi artık sadece kendimi, kendim gibi birini acıtabiliyordum. Gücüm ancak buna yetiyordu… O yaralı gururumun içinde yıllardır biriktirdiğim öfkeyi bana olan sevgisinden çok emin olduğum birine, sana akıtıyordum, zavallı bir çaresizlikle…

Sen bu sakatlanmış ruhumu, bu ruhtan sana akan bu acımasızlığı bile anlamış ve bağışlamıştın…

Sahi ölüm vardı değil mi? Bir gün ikimizde ölecektik… Ama aynı yerlerde değil… Ben senin kollarında ölsem bile ruhum senin yanında değil, o derin çukurun içinde olacaktı… Sen ölsen bile, ruhun o çukurun başında, benim oradan ne zaman çıkacağımı bekler halde ve bir gün ruhumun yanında olacağını hayal ederken ölecektin… Ve ben bu derin çukurun içinde bana benzediği halde çukura inmemek için direnen o çıplak, o savunmasız bedeninin tabuta konacağını görecek, işte asıl o zaman yıllardır arayıp da bulamadığım sevgiyi sonsuza dek kaybetmiş olacaktım….