Yayalara göre bir kent değil Beyrut, benim gibi toplu taşıma araçlarını, otobüs ve tramvayları özel araçlara tercih edenlere göre hiç değil. Çünkü Beyrut'da yoksul da zengin de kendi otomobiliyle dolaşıyor. Otomobilleri tek varoluş nedenleri sanki, kişiliklerinin, günlük hayatlarının ayrılmaz bir parçası. Hatta en doğal uzantısı. Yoksullarınki hurda belki, ama, yine de, bunlardan daha hurda taksilerle dolmuşlara bir alternatif oluşturuyor. Kent merkezinde ne metro var ne otobüs. Ne de, anılarda, sepya fotoğraflarda kalmış eski tramvaylardan en küçük bir iz. Otobüslerin yalnızca kenar mahallelerde çalıştığını söylediler; merkezden kent dışına sefer yapan Nuh-u Nebi'den kalma tektük minibüslere rastladığımı ama binmekten çekindiğimi, hatta düpedüz korktuğumu da itiraf etmeliyim.
Beyrut doğumlu, ergenlik yıllarını ve gençliğini bu kentte yaşamış, Kavafis'in o nefis şiirinde İskenderiye için söylediği gibi 'hayatını bu köşede karartmış' kadim dostum Amin Maalouf'a romanlarında Semerkant, Granada, hatta Cenova gibi birçok kentten söz etmesine rağmen neden Beyrut'u (Tinos Kayası hariç) es geçtiğini sorduğumda, iç savaşın travmasını bir türlü üzerinden atamadığını, bu nedenle sevgili kentinden söz etmeye gönlünün el vermediğini söylemişti. Ama, dikkatli bir okurun, dolaylı da olsa, satır aralarında Beyrut'u bulabileceğini de eklemişti. Cebimde son kitabı, Amin Maalouf'un Beyrut'unu keşfetmek üzere Musichall'den otele dönerken gün ağarıyordu.
NÖBETTEKİ SİLAHLI ASKER BİLE NARGİLE İÇİYOR
Burada bir nargile cennetindeyim. Yalnızca kent merkezindeki, 'Yıldız Alanı' na çıkan sokaklar boyunca sıralanmış şık kahve teraslarında değil, yoksul halkın, daha doğrusu cellabalı erkeklerin çene çaldığı izbe kahvelerde de değil, lokantalarda, tüm kapalı yerlerde nargile içiliyor. Kaldığım otelin barında kısa etekli kızlarla başörtülü teyzeler, hatta türbanlı genç kadınlar da, kocalarının eşliğinde geç vakitlere kadar nargile içiyorlardı. Sabaha karşı otele dönerken, köşede mevzilenmiş Kalaşnikov ve roketatarlı askerlerin bile nöbette nargile içtiklerine tanık oldum.
SAVAŞA İNAT EĞLENİYORLAR
Musichall, Beyrut'un en ünlü gece kulüplerinden. Geç vakit, kırmızı kadife perde açıldığında sahne alan rock grupların çaldığı müzik eşliğinde mini etekli, aşırı makyajlı, birbirinden güzel kızlarla delikanlıların, kulübe son model cipleriyle geldikleri her hallerinden belli olan mirasyedilerin masalar üzerinde dansı, daha doğru bir deyimle 'tepinmesi', başlıyor. Siyasi ve ekonomik krize, adım başında rastlanan askeri barikatlara ve Hizbullah'a inat, çılgın gençlik burada kurtlarını döküyor. İçki serbest elbette, sigara dumanı kalabalığın üzerine bulut gibi çöktüğünde hayaletler de sahnede yerlerini alıyor. Öldürülen siyasi liderlerle iç savaş sırasında komşularının kulaklarından kolye, derilerinden abajur yapan milisleri, bizimkinden pek farkı olmayan Lübnan rakısının da etkisiyle, görür gibi oluyorum. Rock eşliğinde hora tepiyorlar. Derken, karşımda durmadan konuşan ama gürültüden söyledikleri anlaşılmayan, Kameriye'nin Altında romanıyla Lübnan iç savaşına yeni bir yorum getiren Hyam Yared'e 15 yıl süren savaşı kimin kazandığını soruyorum. Tek cümleyle yanıtlıyor: 'Hiç kimse kazanmadı, herkes kaybetti.'