'Parti'nin varlığını sürdürmesi, Düşünce Polisi'nden bile çok, sorgusuz sualsiz inanan, körü körüne bağlanan böylelerine bağlıydı.' (s.32)
***
George Orwell'in 1948'de yazdığı ama günümüzde de geçerliliğini koruyan muhteşem distopik romanı.
Distopik kelimesi az geliyor inanın, tam bir insanlık karabasanı...
1984, yazıldığı yılın rakamları ters çevrilerek bulunmuş. O zaman da olabilir, şimdi de, ilerideki bir zamanda da…
***
Güvenebileceğiniz hiç kimsenin olmadığını; eşiniz, çocuklarınız ve tanıdığınız herkesin potansiyel birer gammaz olduğu bir dünya düşünün…
Sürekli tele ekranlarla, böceklerle, mikrofonlarla çevrili bir hayat, ölüme gönderilmeniz için bir tek yanlış mimik hareketinin yettiği umutsuz bir dünya.
Dünya'da üç süper devletin, bir de üçünün de ele geçirmeye çalıştığı sömürgeler var. Kitap Okyanusya adlı süper devleti anlatıyor ama diğerlerindeki yaşamında aynı olduğunu anlıyoruz.
Sömürgeler bu totaliter devletler için, kendi halklarını sürekli savaş teyakkuzunda tutabilmek, savaş algısını ilelebet sürdürebilmek için önemli. Bu algı uğruna kendi toplumlarına sanal saldırılar düzenlenmekte, Parti tarafından yaratılan ve birer algıdan ibaret vatan haini isyankar örgütler de ülke bütünlüğünü bölmeye çalıştığı iddia edilmektedir.
***
Kitap ilerledikçe anlıyoruz ki, hepsi totaliter Parti rejiminin kurguları. Parti'nin sloganı şöyle:
'SAVAŞ BARIŞTIR.
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.
CAHİLLİK GÜÇTÜR.' (S.26)
Her yere; geçmişe, geleceğe, ailelere, insanlara, bireysel yaşama parti hakim. Ülkenin lideri 'Büyük Birader' tüm olanları izlemekte. İnsanlar bellekten yoksun, itaatkar birer robot sanki.
'Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.'
Winston Smith, çalıştığı Doğruluk Bakanlığı'nda geçmişi ve bugünü silme/değiştirme görevlisi. Rejime uyum sağlayamayan, derin iç sorgulamalar yaşayan birisi. Julia ile tanışması, çıkış yolu aramaya kalkışması ile ele geçirilir ve zor günler yaşar. Gerçekleri öğrenip de belleği köleleşecek işkencelerden geçtikten sonra, o da Büyük Birader'i sevdiğine inanmaya başlar.
***
Okuma bitince hem geçmişi daha net görebiliyor, hem de günümüzü sorgulayabiliyoruz. Kitabı bitirdiğinizde kafanızda bazı soruların kalacağından eminim.
Dünyada en korktuğunuz şey başınıza gelirse, sevdiklerinizi kendinize siper eder, harcayabilir misiniz?
Gerçekten özgür müyüz? Düşüncelerimiz gerçekten bize ait mi? Kontrol edilmediğimizden emin miyiz?
'Daha fazla baskı, daha fazla otorite, daha fazla itaat' çizgisinden gidilince, dünyada (ve ülkemizde) giderek otoriterleşen toplumların sonu, acaba kitaptaki gibi karabasan bir yaşama kayabilir mi?
Sanırım bu kitabı destansı yapan etmenlerden biri de, bu boğucu distopyanın gerçekleşme ihtimalinin var olması.
Kitabın çevirmeninin, yine kitabın içindeki notlarında şu ifade yer alıyor:
'Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, kuşkusuz insanlığı bekleyen 'total totalitarizm' tehlikesine karşı edebiyatın bağrından yükselen bir uyarı çığlığıdır. Ama aynı zamanda, günümüz toplumlarında gücü elinde tutmak, iktidarı sürdürmek uğruna uygulanan yönetsel, dinsel, dilsel, ulusal, budunsal, ahlaksal, eğitsel baskılar, zorbalıklar, dayatmaların içinden kulağımıza çalınan bir sis çanıdır.'
Fazla söze ne hacet!...
***
Kitabın gerilimi ve aksiyonu etkileyici. Zekice yazılmış, detaylı bir kurguya sahip. Okuyucuyu sürekli diken üstünde tutuyor.
Kurgu açısından ne kadar iyiyse, dili de o kadar iyi. Gerçekten güzel ve her açıdan okumaya değer bir kitap.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü herkesin mutlaka bir kez okuması gerektiğine inanıyorum.
***
'Sorun, dünyanın gerçek zenginliğini artırmadan sanayinin çarklarının nasıl döndürüleceğiydi.
Üretimin sürdürülmesi, ama ürünlerin dağıtılmaması gerekiyordu.
Uygulamada bunu gerçekleştirmenin tek yolu da, savaşın sürekli kılınmasıydı.' (s.207)