Altı gün kaldık Palamutbükü'nde.
Palamutbükü'ne ilk gelişimiz tekne turuyla olmuştu, üç yıl önce.
İngilizlerin 'çıplaklar kampı' Domuzçukuru'na karadan ulaşım yoktu ama Palamutbükü'ne karadan ulaşım vardı.
Teknede öğrenmiştik bunu.
Tekneden inince arabaya binip karadan Palamutbükü'ne gelmiştik günübirlik.
Geçen yıl üç gün, bu yıl altı gün kaldık Palamutbükü'nde.
Bu yıl Palamutbükü'nden sonra üç gün de Datça da kaldık…
***
Datça'da ilk gün, kaldığımız apardın deposunda kalan soğuk suyla duş yapabildik. Bir süredir sular kesikmiş Datça'da. Gelip gidiyormuş. Bu yüzden, güneş enerjisiyle elde ettikleri sıcak su, akşam saatlerinde bitiyormuş.
Apart sahibi, şanslı olduğumuzu, birçok apartta hiç su olmadığını, kendilerinin bir depolarının olmasının bizler için bir ayrıcalık olduğunu söyledi!
Sultan buna inanmadı tabi ki!
Gece vakti, bunun böyle olmayacağını, bir şekilde sıcak su temin etmeleri gerektiğini söyledi.
Gürültüye gelen diğerleri de Sultan'a katıldı.
O sırada öğrendik onların kaç gündür soğuk suyla duş aldıklarını.
Onlara da, ellerinden gelen bir şey olmadığını, sular gelip gittiği için bu sorunun yaşandığını söylüyorlarmış hep.
Ertesi gün, getirdikleri ustalar çatıdaki su depolarının kapasitesini artırdı. Biraz işe yaradı bu.
***
Datça'daki asıl sorun su kesintileri değil!
Asıl sorun, yasada, halkın ortak malı olduğu söylenen sahillerin yağmalanması.
Sahillerin işletmelere, otellere; zenginlere kiralanması…
Halkın denize gireceği plaj kalmamış olması asıl sorun.
Datça'ya en yakın plaj, restoranların gece yemek masalarını, gündüz şezlong ve şemsiyelerini koydukları Taşlık ve Kumluk plajları.
Eski hastanenin duvarı dibinde kalan, kumsalı birkaç adım genişlikteki Hastane Altı Plajı'nda ise küçük karasinekler huzur vermiyor.
Datça'ya üç kilometre uzaklıktaki muhteşem bir denizi olan Kargı Koyu'nda da yeni açılan işletmelerden sonra halk plajı kalmamış.
Halk, otoparkın önündeki üç beş metrelik alanda, üst üste…
Allah'tan orada bir otopark var da şimdilik bir işletmeye verilmemiş sahilin o kısmı.
Datça'ya on iki kilometre olan Karaincir sahili ise bulunmaz güzellikte bir sahil.
Deniz o kadar sığ ki orada…
Bir kilometre kadar yürüyorsun denizin içinde, denizin boyunu aşması için.
Büyük bir havuza benziyor denizin kıyısı.
Öğlen saatlerinde denizin içinde yürürken, tepeden vuran güneş ışığında, ayaklarının altındaki incecik kum altın gibi parlıyor.
Denizi temiz ve berrak.
Fakat işte orada lüks bir otel var…
Tam bir halk düşmanı!
Geçen yıl otellerinin hizasından denize kadar kumsala kalın bir urgan sermişlerdi.
Bu yıl da çakıl taşlarıyla sınır çizmişler otellerinin hizasından denize kadar.
Halktan kimse yaklaşmaz zaten onların devasa şemsiyelerine, şezlonglarına!
Öyle ürkütücüler!
***
Uzun bir sahili var Karaincir'in. O uzun sahilde halka kalan, halka layık görülen alansa ayakaltı.
Yukarıdan gelen yolun sahille kesiştiği yerde üç beş metrelik, ot çöp içindeki bir alan halka kalan plaj.
Ve o uzun sahil otellerle, işletmelerle tatil köyleri arasında parsel parsel paylaşılmış.
Askeri darbelerden bu günlere uzanan bir paylaşım!
Bizimki gibi ülkelerde şu değişmez bir kural:
Atı çalan, atı alan değil atı çalan, her zaman Üsküdar'ı geçiyor.
Hem de elini kolunu sallaya sallaya, türkü söyleye söyleye!
***
İşte bütün bunlar Datça'da insanın canını sıkıyor.
Bu yüzden de PalamutbüküDatça mı diye sorduk kendimize, Datça'da kaldığımız üç günün sonunda.
Gelecek yıl Datça'da hiç kalmamayı, tamamen Palamutbükü'nde kalmayı düşünüyoruz.
Düşünüyoruz da…
Can Yücel'in şu Eski Datça'sı olmasa işin içinde… Akşamları gidip onun yürüdüğü sokaktan yürüyerek ışıkları yanan evine dışarıdan şöyle bir bakma isteğimiz olmasa…