Babam ara sıra,
'Fakirliğin gözü kör olsun!' derdi.
Gerçekten fakir miydik?
Belki.
Ama kimin umurunda?
Ailede, babam dışında bunu umursayan yoktu.
Çünkü, bize göre, her şeyimiz vardı.
Ayağımızda, kara lastikten, ayakkabımız…
Ayakkabının izi çıkardı ayağımıza kapkara ama…
Ama olsun.
Pantolonumuz, gömleğimiz…
Muhtemelen ilçedeki pazardan alınan kazağımız; üzerimizde birkaç beden küçük duran, kolları bileklerimizde ceketimiz…
Hepsinden yalnızca bir taneydi.
Bir tane ayakkabı…
Bir tane pantolon…
Bir tane kazak…
Bir tane gömlek…
Bir tane çorap…
İkincisi yoktu.
Öyle bir isteğimiz de yoktu açıkçası.
Bir insanın iki kıyafetinin olabileceği aklımıza bile gelmiyordu.
Var olan yetiyordu.
Karda kışta üşümüyor muyduk?
Üşüyorduk.
Yağmurda ıslanmıyor muyduk?
Islanıyorduk.
Hem de nasıl.
Beş kilometre kadar ötedeki komşu köyün ortaokulunda okuyordum.
Her gün yürüyerek gidip geliyordum okula.
Yağmurlu havalarda evden okula kadar ıslanıyordum.
Şemsiye diye bir şey yok muydu o zamanlar?
Olmaz mı?
Vardı.
Ama bizde yoktu.
Yoktu işte.
Şemsiyeye gelinceye kadar…
Okula varıp da sınıfa girdiğimde, uzun yoldan geldiğim için hep de geç kalıyordum ilk derse, üzerimden şıp şıp şıp diye yağmur suları damlıyordu ders boyunca.
Böyle zamanlarda, soğuk yağmuru yediğim için belki, bir taraftan da burnum akıyordu.
Ne mendil ne peçete…
Ders boyunca çek babam çek burnunu.
O zaman da çekingen olduğum için öğretmenden izin isteyip lavaboya da gidemiyordum burnumu temizlemeye.
Saçları iki belik örgülü güzel kızlar arkasına dönüp dönüp bana bakıyorlardı.
Öyle utanıyordum ki…
***
Yoktu.
Hiçbir şeyimiz yoktu.
Ama olmasını istediğimiz bir şey de yoktu.
***
Peki zenginlik nedir?
Zengin olmak?
İstediğin her şeye sahip olmak mı?
Ama istemenin sınırı yok ki?
Ne ister mesela insan?
Yat ister, kat ister, at ister, han ister, hamam ister, saray ister…
İster de ister.
Ölünceye kadar ister.
Ölünce, kimin neye sahip olacağını da herkes biliyor işte.
E o zaman?
O zaman kim fakir, kim zengin?
Fakirlik nedir, zenginlik nedir?
İşin gerçeği…
Hepsi boş şeyler.