Ne zamandır yazayım diyorum ama bir türlü yazamadım.
Nedenini bilmiyorum.
Belki yazamamaktan korktuğum için. Belki de istediğim gibi bir yazı olmayacağı kaygısından.
Aslında birkaç kez yazma girişiminde bulunmadım da değil; ama her defasında yazı bambaşka bir yere gidince vazgeçtim yazmaktan.
E kolay değil yazıyla baş etmek. Kıran kırana bir mücadele… Her şey de senin aleyhinde.
Değer yargıları, insanların bakış açısı…
Sonra içindeki anlamsızlık, hiçlik…
***
Bütün bu koşullarda bir kez daha deneyelim bakalım ne olacak? Nasıl bir yazı çıkacak ortaya? Zaman da öyle hızlı geçiyor ki… Ben yazayım edeyim derken ayın yirmi üçü olmuş.
On bir Ocak Cuma günüydü.
Cuma akşamları, akşam sekizde Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Senfoni Orkestrası'nın konserlerine gidiyoruz.
On bir Ocak'ta Devlet Çoksesli Korosu konuktu.
Senfoni Orkestrası koro için çaldı.
Çoksesli koro da Beethoven'in 9.senfoni'sini sahneledi.
Müthişti.
Müthiş olan bir başka şey de…
***
Şimdi şöyle anlatalım. Biz bu konserlere hep koşturmaca gittiğimiz için…
Ve hayatın zorluklarıyla da mücadele ettiğimiz için aynı zamanda, bilet almayı hep erteliyoruz. Bugün yarın derken…
En sonunda,
'Bileti konser salonunda, konser başlamadan alırız' a kalıyor iş.
Üç beş dakika önce gidip sıraya giriyoruz. İhmalkarlığımız yüzünden iki ayrı sıraya giriyoruz hem de. Biri, koltuk numarasız bilet alma sırası, diğeri de elinde koltuk numarasız biletle konser salonunun önünde, kapının koltuk numarasız bileti olanlara açılmasını bekleme sırası. Herkes yerine oturunca kapı bize açılıyor.
Boş koltuk bulabilirsek oturuyoruz. Boş koltuk olmazsa koltuk aralarındaki merdivenlere, bulabildiğimiz herhangi boş bir alana oturuyoruz. O da mümkün olmazsa duvar kenarında, ayakta izliyoruz.
Fazıl Say'ın konserini, salonda ayakta duracak kadar bile yer kalmadığı için sahnede, Fazıl Say'dan geriye kalan boş alanda yere bağdaş kurup oturarak dinlemiştik.
***
Biz böyle beklerken sırada, kapının bize de açılması için sabırsızlanarak…
Son anda biri geldi koşturarak. Dışarıda da yağmur öyle bir yağıyordu ki…
Koşturarak gelen…
Önce biraz tereddüt ettim bu gelen o mu, diye ama…
Ama oydu. Üstün Dökmen'di son anda gelen. Ünlü psikolog; birçok makalenin, bilimsel kitabın, şiir ve tiyatro kitabının yazarı Prof. Dr. Üstün Dökmen.
Televizyondaki; sekiz yıl süren, ilgiyle izlediğim 'Küçük Şeyler' programının, radyodaki 'Biz Kim Opera Kim' programının yapımcısı Üstün Dökmen.
***
Kapı açılınca yanına gittim. Orta sıralardaki bir koltukta tek başına oturuyordu. Sanki benden başka kimse tanımıyordu onu. İlginç. Ne yanında, ne çevresinde biri vardı. Yoksa…
Yoksa o değil miydi? O olsa, ön sırada, protokolde otururdu zaten. Kimler oturmuyordu ki o protokol sıralarında!
Yine de yanına gidip,
'Merhaba Üstün Bey,' dedim. 'Hoş geldiniz.'
Tokalaşmak için elini uzatırken hafif ayağa kalktı. Galiba beni önemli biri zannetti! Yahut da alçakgönüllülüğünden! O kadar alçakgönüllü! Ölçüsüz, sınırsız!
Yanındaki boş koltuğa oturdum. Kitaplarından, televizyon programlarından konuştuk.
'Programınız mı var, konuşmanız falan.'
'Yok, hayır,' dedi. 'Konser için Ankara'dan geldim.' Korodaki birinden söz etti, arkadaşı olduğunu söyledi ama o kadar kısık sesle konuşuyordu ki anlayamadım kimden söz ettiğini.
'Bura biraz sıcak mı?' dedi sonra, ceketini çıkarırken.
Aslında sıcak falan değildi salon ama o pek rahat biri değildi. Biraz tedirgin, sıkılgan, telaşlı…
Yani hiç benzemiyordu bizim bildiğimiz, küçük dağları kendisinin yarattığını zanneden ünlü insanlara.
'Salon sıcak değil aslında, size öyle geliyor.' dedim. Ben öyle deyince ceketini geri giydi.
***
Gerçek bir bilim insanı olgunluğuyla, birilerine ben şuyum buyum demeden konseri orada tek başına izledi. Konserin sonunda sanatçıları ayakta uzun uzun alkışladı.
Üstün Dökmen bana, 9. senfoni'nin ölümsüz sanatçısı Beethoven'ın,
'Sadece bilim ve sanat, insanı tanrısallığa yüceltebilir.' sözünü anımsattı.