Hani bilirsiniz, La Fontaine karınca ile ağustosböceğinin hikayesini anlatır: Ağustosböceği bütün yaz boyunca aylak aylak gezer, şarkılar söyler, saz çalar. Kış geldiğinde ise aç kalır, yiyecek bir şey bulamaz. Böylece aylaklığının cezasını çeker. Çünkü çalışmamıştır, yarınını düşünmemiş, biriktirmemiştir. Kış geldiğinde sepeti boştur; açlıktan ve soğuktan ölür öylece. Karınca ise şöminenin karşısında ayaklarını uzatmış sıcacık evinde keyif çatmaktadır bu esnada. Kileri ağzına kadar doludur. Çuval çuval buğdaylar, nohutlar, teneke teneke yağlar yığılmıştır bir kenara. Yaz boyunca çalışmış, kazanmış ve biriktirip bir kenara istif etmiştir bütün varını yoğunu.
Ağustosböceği... hesabını bilmeyen, yarınını hesaplamayan adam... Keyfine düşkün, havai, tam bir serseri...
Karınca ise aksine tam bir hesap adamı... Mazbut, çalışkan, disiplinli, ne istediğini, nereye gittiğini bilen, asla maceradan hoşlanmayan biri... Akıllı ve uyanık...
O gelmiyesice 'yarın' gelir; çünkü 'kış' gelmiştir artık. Dışarıda kar vardır, yağmur vardır, fırtına vardır ve fakat yiyecek yoktur! Bizim aklı bir karış yukarıda o tembel ve havai ağustosböceğimiz şimdi açtır, üstelik soğuktan da donmak üzeredir. Bir kere namerde muhtaç olmuştur ya, çaresiz gider karıncanın kapısını çalıp kendisinden biraz yiyecek ister. Karınca da bütün insafsızlığıyla kapıyı yüzüne kapatır.
'Hadi yürü buradan' der; 'daha önce aklın neredeydi? Bunu yazın aylak aylak gezip şarkı söylerken düşünseydin!'
Masallar... Ah şu masallar! Bazıları ne de acımasız; ne de vicdansız! La Fontaine'in karıncaları bu yüzden çok insafsız.
Fakirlerin yüzüne kapıyı kapatan, 'kıskanma ne olur, çalış senin de olur' diyen bu karınca sürüsüne özenecek olanların, ağustosböceğinin gerçek trajedisinin yanında La Fontaine'in yakıştırmalarının ne denli sakil kaldığını görmelerini isterim demiş Dücane Cündioğlu ve işte bu nedenle bu trajediyi bir de Halikarnas Balıkçısı'nın dilinden okumamızı önermiş:
'Ağustosböceği yaza doğru yumurtadan bir kurt olarak çıkar, sonra kanatlı bir böcek olur. Gebe kalan dişi böcek, tohumla dolu yumurtalıklarını ısıtmak zorundadır. Güneşli bir dala kancalı ayaklarını takarak sımsıkı yapışır. Ağustosböceği kuş gibi ötmez. Sırtında bir sürü halkalar vardır; onları -akıldan öte bir zevk ve vahşi bir inatla- sürter durur. Vırık vırık edişi, hayatın nabız atışıdır. Bu sürtüş neticesinde olağanüstü bir sıcaklık olur; ve annenin hemen hemen yanması pahasına yumurtalıktaki tohumlar olgunlaşır. Derken günler kısalır, havalar soğur, işte o zaman karnı çatlamış, ipince zar kabuğu halinde kalmış bir böcek kabuğu görürsünüz; ağaca takıla kalmıştır. Kış rüzgarları, o ince kabuğu, yüreklerin acıyla cız etmesi gibi, yoksul ve acıklı öttürür. Kış gelince, güneşli dünyadan göçüp gitmiş olan ağustosböceği ortada yoktur ki namerde muhtaç olarak karıncaya avuç açıp dilensin. Ağustosböceği (güya havaî adamın hayatı) nisbî bir ahlak kaidesi değildir. Korkunç, insafsız, acı bir yaratma olayını temsil eder. Zavallı ağustosböceği 'yaratmak' için kendisini feda eder.'
Ve şöyle bitirmiş;
Yaratmanın acısını çekmemiş olanlar ağustosböceğinin trajedisini anlayamazlar. Bu nedenle onlar La Fontaine'in masallarıyla kendilerini avutup dururlar. Şahsen, şarkı söylediği için ölenlere değil, bir şarkı bile söyleyemeden ölenlere acırım; dahası, karıncanın temkinliliği yerine ağustosböceğinin serseriliğini yeğlerim. Karınca yaşamak için bir çöp parçasını bile esirgerken; ağustosböceği hayatını feda eder yaratmak için. O halde ne çekiniyorsun dostum, hadi bir şarkı da sen söyle!