Sabah yedi buçukta başlayıp akşamın karanlığına kadar devam eden bir işi vardı.

Sabahın köründe!...

Evet sabahın köründe, henüz daha hiç bir iş yeri açılmadan başlıyordu onun işi.

İnsanlar işe giderken simit, açma, poğaça, çay aldıkları için herkesten önce açmalıydı iş yerini.

Patronu ona çok güveniyordu.

Onun için de büfenin anahtarını ona teslim etmişti. O açıp o kapatıyordu.

Sabahın köründe ve akşamın alacakaranlığında…

Kimi zaman daha da geç saatlerde.

İnsanlar ortalıktan çekilinceye kadar.

***

Ama o işinden memnundu. Karışanı edeni yoktu.

Büfede istediği kadar çay içebiliyordu.

Bazen kahve; üçü bir arada, beşi bir arada…

Hele soğuk havalarda, müşterilerden fırsat buldukça, büfenin yola bakan penceresinin önüne oturup karda kışta, dondurucu havada, kimi zaman şakır şakır yağan yağmurun altında telaş içinde gidip gelen insanları çay, kahve içerek izlemek…

Onlar dışarıda, o içeride olunca…

Şükrediyordu böyle bir işi olduğu için.

***

Haftada bir gün de izin günüydü.

İzin gününde geç kalkıp sonra da canı ne isterse onu yapıyordu.

Alışveriş merkezlerine gidiyor, indirimli ürünlerden güzel kıyafetler alıyordu kendine.

Büfede çalışırken giydiği, o çok sevdiği beyaz gömleği de yarı fiyatına almıştı.

***

Her şey yolundaydı.

Çünkü henüz daha yirmi beş yaşlarındaydı.

Gençti, güzeldi.

Siyah, ipek gibi saçları; masmavi gözleri vardı.

Belki lensti gözleri ama olsun…

İnce, pürüzsüz bir yüzü; sol yanağında gamzesi vardı.

Su gibi süzülen ince endamından canlılık, gençlik fışkırıyordu.

Pek bir şeyin de farkında değildi.

Hayatın ne olup ne olmadığı hakkında hiç bir fikri yoktu.

Virginia Woolf'un 'Yaşam bir rüyadır, uyanmak öldürür,' sözü bir şey ifade etmiyordu onun için.

Virginia Woolf'u da duymamıştı hiç. Duymasına da lüzum yoktu.

Tatlı bir rüyadaydı o şimdi.

Hele Gabriel Garcia Marquez'in, 'Yüreğini kolla, ölmeden çürüyorsun,' sözünün hiç bir anlamı yoktu onun için.

Günler akıp gidiyordu o farkında olmadan.

***

İşte, o can alıcı güzelliğiyle bütün gün, on iki saat, dört metrekarelik bir büfede para alıp para veriyor, çay dolduruyor, simit veriyor, isteyene tost yapıyor…

Gece geç saatte gidiyor evine yorgun argın.

Ertesi gün sabah erkenden, tost makinasından yayılan yanık ekmek ve yağ kokusunun doldurduğu dört metrekarelik büfede başlıyor gün.

Ve her gün yeniden yeniden katlediliyor o muhteşem gençlik, o can alıcı güzellik.

***

İşte böyledir hayat.

Böyle acımasız.

Bu acımasız, bu hiç şakası olmayan hayatta kimine altın tepsiyle sunulur fırsatlar.

Kimine düşense dört metrekarelik bir barakadır.

Ve ölmeden ölmek, ölmeden çürümektir.