Hayat bir oyundur aslında, daha doğar doğmaz oyunla gözlerimizi açarız yaşama. Saklanıp birden ortaya çıkan anne babalar. Trencilik oynadığınız amcalar, teyzeler.
Havaya atılıp, uçarak indiğiniz halalar, dayılar oyununuzun birer parçasıdır.
İlerleyen yıllarda oyun arkadaşlarınız değişir, akranlarınızla oynamaya başlarsınız. Dokuztaş, körebe, mendil kapmaca, sek sek, yakar top ya da ortada sıçan, misket, birdirbir, istop, saklambaç daha birçok oyun.
Daha da ilerleyen yıllarda büyürsünüz artık. Büyümüş rolü yapmak kaçınılmazdır. El alem ne der sonra! Deli demez mi ya da çocukluğunu yaşayamamış.
Hayvanlarda durum çok farklıdır. Son günlerini yaşayan bir kedinin önüne örgü yumağını atsanız, hemen oyunun cazibesine kapılıp atlar, rol yapmaz içinden geldiği gibi davranır.
Ya da bir köpeği ele alalım. Köpeğimle hemen hemen her gün futbol oynardık. Dışarı çıkmadığım zaman camı tırmalar, ağzına topu alıp sakin sakin sahaya inerdi. Geliyor mu diye bir de dönüp arkasına bakar, sahaya indiğimden emin olurdu.
Oyuna başlar başlamaz o sakin köpek gider yerine çılgın bir köpek gelirdi. Oyunun cazibesine kapılıp yanımdan rüzgar gibi geçer, hızına yetişemezdim.
***
Hollandalı tarihçi Johan Huizanga'nın Home Ludens oyun kuramı kitabını yıllar önce okumama rağmen bugün okumuş gibi hatırlarım.
Ne diyordu Huizanga;
'Her oyun, her şeyden önce gönüllü bir eylemdir. Emirlere bağlı oyun, oyun değildir.'
'Oyun serbesttir, oyun özgürlüktür. Oyun gündelik veya asıl hayat değildir. Oyun bu hayattan kaçarak, kendine özgü eğilimleri olan geçici bir faaliyet alanına girme bahanesi sunmaktadır.'
'Demek ki oyunu biçim açısından, kısaca, özgür, 'kurmaca' ve olağan hayatın dışında yer aldığı hissedilen, ama yine de oyuncuyu tamamen özümleme yeteneğine sahip bir eylem olarak tanımlamak mümkündür. Oyun her tür maddi çıkar ve yarardan arınmış bir eylemdir; bu eylem bilhassa sınırlandırılmış bir zaman ve mekanda tamamlanmakta, belirli kurallara uygun olarak, düzen içinde cereyan etmekte ve kendilerini gönüllü olarak bir esrar havasıyla çevreleyen veya alışılmış dünyaya yabancı olduklarını kılık değiştirerek vurgulayan grup ilişkilerini doğurmaktadır (Huizinga 1995:31).'
***
Şaman Türk'ün Din Adamı Kam ya da Asıl Adıyla Oyun
'Gök Tanrı inancına sahip Şamanist Türklerde din adamı sayılan 'kam'ın türlü adlarından biri de oyun. Kam, tanrılar ve ruhlar ile insanlar arasında aracılık yapma yeteneği ve gücüne sahip olan kişi. Özellikle de kötü ruhlar -ki insanın en büyük düşmanı onlardır- ancak onun sayesinde kovulur.
Orta Asya ve Şamanizm bağlamında yapılacak her türlü araştırmanın olmazsa olmazı Abdülkadir İnan'ın Şamanizm adlı eserinde de 'Oyun kelimesi eski Türklerde doğrudan ve öncelikle 'kam' anlamına gelir' deniyor. Eğer gerçekten de henüz Orta Asya'dayken oluşmaya başladıysa, Türk ulusunun oluşumunda kamların ve oyun kavramının apayrı bir yeri olsa gerek. And, olaya ulus değil kültür oluşumu açısından bakıyor ve Huizinga'nın kuramının Türk kültürüne uygulanmasının ne denli doğru olduğunu, Türkçe'de oyun kelimesinin kökeninin büyü ve ritüelle doğrudan ilgili olmasıyla açıklıyor.'
'Kadın kama –evet Türklerde kadınlar da kam olabiliyordu, hatta ilk kamlar kadındı- Moğolcadan gelen udahan, orta şamana orta-oyun yüce şamana ulahan-oyun deniyordu. Daha da önemlisi kamların gerçekleştirdiği dinî töreninin bütününün adı oyundu. Kam bu törende dans ediyor, ses ve çalgı ile müziğini yapıyor, yüz kaslarını kullanarak, sesler çıkararak taklit ve dramatik öğelere başvuruyor ve şiir okuyordu. Böylece oyun sözcüğüyle tiyatro, dans ve türlü seyirlik oyunların kökeni kamda ve onun eylemlerinde toplanmış oluyordu. Büyük ve göçebe devletler kurmuş olan Şamanist Türk kavimlerinin inançlarının esasları Gök Tanrı, güneş, ay, yer, su, ata ve ateş kültleri idi; bunlara kurbanlar sunarlardı. Hatta dini tören ve ritüellerini icra etmek için 'resmi tüzük' bile oluşturmuşlardı.' Bir kamın yürüttüğü dinsel bir töreni düşünelim. Kam, dinî tören gerçekleştirmesi gerektiğinde çalgılar çalıyor ya da çaldırıyor, şarkılar söylüyor, dans ediyor, rol yapıyor, türlü çeşit hayvanı taklit ediyor, bu şekilde kötü ruhları kovup iyilerini çağırıyor, hastalara şifa dağıtıyor, Tanrı ve iyi ruhlar ile insanlar arasında bağ kuruyordu. Ve 'oyun' bittiğinde oyuncu topluluk var olmaya devam ediyormuş; çünkü beraberce özel ve önemli bir şeyler paylaşıyorlar, aynı deneyimi beraberce yaşıyorlardı.
***
'Aslında 'gerçek' dünyanın dışında 'geçici' dünyalar yarattığımızın bilincinde olarak oynarız fakat biliriz ki, hepimiz aynı oyuna inanır ve oynarsak, onu içselleştirir, törenlerle onu tekrar tekrar doğrular ve varlığını ispat edersek, kusurlu yaşama kusursuz bir anlam katar ve bir 'düzen' yaratırız.
Biz insanlar, anlamlara ve düzene ne kadar da muhtacız… Bugünün dünyasında hala hep beraber oynadığımız oyunlar, evrensel kültürün yeniden üretilmesine, geleceğin şekillenmesine hizmet edecekse eğer, en önemli şey oyun kurucuların doğru seçilmesi ve her bir bireyin kendi zihniyle oyuna aktif olarak katılması olmalıdır.'
Huizinga'nın çalışmaları tüm dünyadan olumlu tepkiler aldı. Daha sonrasında eğitimden, iş dünyasına pek çok alanda, 'oyun' tanımının bu yeni perspektifi dikkate alındı. Pek çok uzman, insanların iş ve uğraşlarını bir oyun oynar gibi gerçekleştirdiğinde çok daha mutlu ve başarılı olduklarını belirtiyor. Bu da oyunun sadece çocukken uğraşılan bir edim değil, genel olarak doğadaki tüm varlıkların hayatlarının merkezinde bir olgu olduğunu ortaya koyuyor.