Çehov'un en sevdiğim hikayesi…
Hangi hikayesi?
Ne önemi var bunun. Hikayenin tamamı değil zaten. Hikayenin kahramanının içinde bulunduğu durum beni etkileyen.
Değil mi ki Çehov, dünya edebiyatında durum hikayesinin temsilcisi.
Bizde de Sait Faik.
Kimin aklına gelirdi ki o sarı benizli, zayıf, çelimsiz; silik, sönük ve yalnız gencin bir akımın ülkesindeki öncüsü olacağı. Kader işte.
Ve kaderinde ne olduğunu kimse bilemez.
Ve her insan, her canlı kaderinde ne varsa onu yaşar.
Bizim kaderimizde olansa…
Kaderinde ne olduğunu bilemez insan ama…
Ama bizim kaderimizde ne olduğu aşağı yukarı belli! Kaderimizde olan bu işte! Yok olup gitmek!
Hiç var olmamış gibi…
Hiç yaşamamış…
Dünyaya hiç gelmemiş gibi.
Hiç nefes alıp vermemiş gibi. Bir kadının memelerini hiç okşamamış gibi!
Her neyse.
Kaderde ne varsa o olur.

***

Şimdi böyle yazdım diye, zannetmeyin ki kaderci bir anlayışım var.
Kader, insanın yaşadıklarıdır.
Ve ne yaparsa yapsın yaşayacak olduklarıdır.
Şimdi burada durup dururken, Ahmet Mithat'ın romanlarında yaptığı gibi, yazıyı bir kenara bırakıp size kaderin ne olup ne olmadığını anlatacak değilim.
Bizde orijinal fikir, düşünce, kavrayış olmadığı için…
'Kader, iki nokta üst üste! Yaz defterine!'
Hepsinin, bütün kalıplaşmış sözlerin canı cehenneme!

***

Şöyle diyordu Çehov'un kahramanı o hikayede…
Ne yalan söyleyeyim, hikayenin adını adım gibi biliyorum!
Ama burada yazmıyorum işte. Domuzluğuna yazmıyorum.
Hikayeyi bulup siz de okursunuz diye korkuyorum belki.
Bildiklerini öğrencilerine öğretmek istemeyen bir öğretmen gibiyim.
Ne garip.
John Şteinbeck'in 'Fareler ve İnsanlar'ında Lennie de, cebinde taşıdığı, ara sıra o kocaman ellerinin arasına alıp sevdiği fareyi, elinden alacakları korkusu içinde aşırı bir sevgiyle öldürmüştü.

***.

Şöyle diyordu Çerhov'un kahramanı:
'İnsan nasıl yazı yazabilir yürek bungunuyken?'
Tam olarak böyle miydi? Çevirmen böyle mi çevirmişti?
Ne önemi var bunun. Çevirmen nasıl çevirirse çevirsin! Önemli olan benim nasıl çevirdiğimdir!

***

'İnsan ne yazabilir, yürek bungunuyken!'
Ne yazayım şimdi size? Hiç!
Dün akşam vakti, akşamın ayazında çarşıya, yani kitapçıya doğru yürüdüm öylesine.
Başka nereye gidebilirim ki.
Ne kıraathaneye…
Ne meyhaneye…
Ne kerhaneye…
Kitapçıya. Yalnız kitapçıya. İnsan hayatı bu kadarcık mı olur!
***
Yürürken…
Ağır ağır…
'Biliyorum, çok yaşamayacağım,' derken yakaladım kendimi.
Annem sık sık söylerdi, çocukken ölüp dirildiğimi.
Çok inanmasam da bu efsaneye, kendimde bir gariplik olduğunu hayatım boyunca hep hissettim.
Marquez'in yalanına inanıp ki kendi sonu da hiç iyi olmadı, o muhteşem romanları yazan adam nasıl oldu da her şeyi unuttu birdenbire. Kendisinin Marquez olduğunu bile unuttu. Bu aklıma geldikçe ağlamak geliyor içimden.
'Doksan yaşıma kadar yaşayacağım,' diye tutturmuş olsam da bir dönem, Marquez'e inanıp, sol yanımda bir zayıflık olduğunu iyiden iyiye hissediyorum.
Ne yapalım!
Kaderde ne varsa o olur.