Seyit Bey, bundan sonra, Hz. Muhammed (SAV) ve 4 Halife dönemini izleyen zamanlarda, bir takım mezhep ve tarikatlar doğduğunu, bunların hilafet için bazı uydurma ve yakıştırmalara giriştiklerini, örnekleriyle anlatır ve şunları ekler;
'Şimdi, Hilafet sorununun asıl Şer'i anlam ve kapsamını açıklayayım. Her şeyden önce şunu açıklayayım ki, Hilafet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir. Zamanın gereklerine bağlıdır. Onun içindir ki, Peygamberimizin hilafet için hiçbir şey söylememişlerdir. Din kanunu olan Kur'an-ı Kerîm'de İslam hilafeti hakkında bağlayıcı bir ifade yoktur. Yalnız, uygarlığın da kabul ettiği iki husus kabul edilmektedir. Birincisi, Müslümanların türlü işlerini birbiriyle danışıp görüşmeleri, ikincisi de Ulü'l- emre itaat düsturudur. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği önlemek ve kaldırmak içindir. Ülkede dirlik ve düzenliği sağlamak içindir. Hükümet emirlerine itaatin, din bakımından gerektiğini göstermektedir. Ülke yönetimi için, Kur'an'da bu iki ayetten başka bir ayet görülmemektedir. Hilafet, bir dünya ve siyaset işi olduğu için, milletin kendi işidir. Bundan ötürü şeriatta yer almış zorunlu bir müessese değildir. Bir halife görevlendirmek, millet için ödev olduğuna dair Kur'an-ı Kerîm'de hiç bir işaret yoktur. Gerekli görülseydi, en azından hadislerde olsun bir işaret bulunurdu. Hadislerde, sağlık işleriyle, ahlak ve adaletlerle ilgili ifadeler bile bulunduğuna göre, hilafet gibi önemli bir konu için herhangi bir yargı ve istek mevcut olmayışının bir hikmeti vardır, bu hikmet de şudur: Hilafet, asıl din sorunlarından değildir. Siyasi bir iştir. Zamana, gelenek ve göreneklere göre değişir, zamanın gereklerine bağlıdır. Onun içindir ki, Peygamberimiz, hilafet için konuşmamayı doğru bulmuştur ve bu sorunu tam olarak ümmetine bırakmıştır. İslam'da iç hak vardır. Birincisi hürriyet hakkı, ikincisi İsmet hakkıdır ki, buna şimdi kişi dokunulmazlığı diyoruz, can ve namusun korunması anlamındadır. Üçüncü hak, mülkiyet hakkıdır. İşte bu üç hak İslam'ın esas hukukudur. Diğer bütün haklar, bunlardan doğar'

Mustafa Kemal'in Tutumu
Biliyoruz ki, Mustafa Kemal Atatürk, ince bir stratejiyle, siyasi, hukuki ve sosyal şartların olgunlaşmaması nedeniyle, Hilafet ve Halifeyi bir Anayasa kurumu olarak bırakmakta önceleri sakınca görmemiş, daha sonra şartların olgunlaşması üzerine de, anayasadaki bu olumsuzluğun giderilmesini salık vermiştir.
Daha Saltanatın 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırılması sırasında, Hilafet ile Saltanatın bir tutulduğu ve bunun için mücadele edildiği görülmektedir. O arada, Osmanlı Devleti'nin sona ermesine gönlü razı olmayanlar, Hilafet için verilen ödünden yararlanma yolunu tutmuşlardır. Hilafet konusu sırasında, Saltanatın kaldırılmasından ve Mustafa Kemal'in sert ve kararlı tutumundan da söz edilecektir. Saltanat- Hilafet ikilisinin, muhaliflerce aynı yöntem içinde ve birlikte ele alınmış olması ve Mustafa Kemal'in ilk günlerde başlayan kesin tutumunun, Hilafetin kaldırılmasında da önemli ve hazırlayıcı bir etken olduğu açıktır.
Mustafa Kemal ve seksen kadar arkadaşının imzasıyla verilen önergede, Osmanlı İmparatorluğu'nun ortadan kalktığı, yeni bir Türkiye Devleti'nin doğduğu, anayasa gereğince egemenlik haklarının millete ait olduğu bildirilmiştir. 31 Ekim 1922 tarihinde yapılacak toplantıda bunun okunup görüşülmesi tasarlanmışsa da, Genel Kurul toplantısı yapılamamış, Müdafaa-i Hukuk Grubu toplanmıştır. Mustafa Kemal, burada, Saltanatın kaldırılmasının gerektiğini kesin olarak belirtir. 1 Kasım günü yapılan genel toplantıdaki düşüncelerini ve sonraki işleri, şöyle anlatmaktadır;
'1 Kasım 1922 günü Meclis toplantısında yine bu konu üzerinde tartışmalar yapıldı. Mecliste ayrıntılı bir konuşma gereğini duydum. İslam ve Türk tarihinden söz açarak Padişahlığın Halifelikten ayrılabileceğini, ulusal egemenliğin TBMM'de bulunduğunu, tarihsel olaylara dayanarak anlattım. Hülagü'nün, Halife Mu'tasım'ı asıp, dünya yüzünden Halifeliğe son verdiğini, eğer 1571 tarihinde Mısır'ı ele geçiren Yavuz, orada Halife ünvanı taşıyan bir sığıntıya önem vermediyse, Halifelik unvanının zamanımıza kadar sürüp gelmeyeceğini de anlattım'.
Atatürk, bu konu üzerindeki çalışmaları da şöyle anlatır;
'Bundan sonra, bu konuyla ilgili önergeler üç komisyona; Anayasa, Din İşleri, Adalet komisyonlarına verildi. Bunların üyelerinin bir araya gelip, bizim güttüğümüz amaca göre, sorunu çözümleyip sonuçlandırmaları elbette güçtü. Durumu yakından izlemem gerekti. Üç komisyon bir arada toplandı. Başkanlığa Hoca Müfit Efendi seçildi. Sorunu görüşmeye başladılar. Din işleri komisyonu üyesi olan Hoca Efendiler, herkesçe bilinen uydurma sözlere dayanarak, Halifeliğin Padişahlıktan ayrılmayacağını iddia ettiler. Değersizliğini belirterek bu iddiaları çürütmek için, özgür düşünceli kimseler de ortaya çıkar görünmediler'
Oluşan durum karşısındaki tutumunu da şöyle özetleyecektir;
'Biz çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu biçim görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. Sonunda, Karma komisyon başkanından söz aldım. Önümdeki sıranın üzerine çıktım, yüksek sesle şunları söyledim; Baylar dedim, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla veremez. Egemenlik kudretle, kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de, Türk ulusu, bu saldırganlara yeter artık diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Söz konusu olan, ulusa egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, gerçekleşmiş bir olayı, yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki, uygun olur. Yoksa, yine gerçek yöntemine göre saptanacaktır, amma belki bir takım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, Hoca Efendilerin üzülmelerine ve kaygılanmalarına hiç yer yoktur. Bu konuda bilimsel açıklamalarda bulunayım, dedim ve uzun bir açıklama yaptım. Bunun üzerine, Ankara Milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi, bağışlayınız efendim, biz sorunu başka bakımdan ele almıştık, açıklamalarınızdan aydınlandık, dedi. Sorun, karma komisyonca bir çözüme bağlanmıştı'.
20 Ocak 1921 tarihli ilk Anayasada, meclisin görevlerinden birinin 'Din buyruklarının yürütülmesi', başka bir maddede de 'Türk Devleti'nin dininin İslam olduğu' belirtilmektedir. Mustafa Kemal, bu durumu sona erdirmek kararındadır (Devam Edecek)