Hilafetin Kaldırılması
1924 yılı Şubat ayında, mevcut koşullara göre Hilafetin kaldırılmasının sırası geldiğine inanan ve karar veren Mustafa Kemal, özellikle Cumhuriyetin ilanı sırasında, muhaliflerin, Halifeyi harekete geçirmek istemeleri ve Halifenin bazı kuşku uyandıran davranışlarda bulunması üzerine, işin bu sıralarda çözümlenmesini uygun görecek, yakın arkadaşlarıyla konuşarak görüş birliğine varacaktır. Sürecin bu aşamasındaki kararlılığını şöyle açıklamaktadır;
'1924 yılı başlarında, büyük ölçüde bir Harp oyunu yapılması kararlaştırılmıştı ve İzmir'de yapacaktık. Bunun için Ocak ayı başında İzmir'e gittim. İki aya yakın kaldım. Orada iken, Halifeliğin kaldırılması zamanının geldiği yargısına varmıştım'
Mustafa Kemal, 22 Ocak tarihinde, Başbakan İsmet Paşa'dan gelen ve Halifenin bazı olumsuz davranışlarını anlatan telgraf ve ona verdiği karşılığı okur. Bu yazışmadan sonra, İsmet Paşa ve Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa da İzmir'e gelir. Fevzi Paşa önceden gelmiştir. Harp oyunu için yapılan bu toplantıda, Hilafet ile, Şer'iye ve Evkaf Bakanlığı'nın kaldırılmasına, öğretim birliği sağlanmasına ve bütün eğitim işleriyle, kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmasına aralarında karar verirler. 23 Şubat 1924 tarihinde Ankara'ya dönen Mustafa Kemal, düşüncelerini yakınlarına yeniden anlatır. 1 Mart 1924 günü Meclis açılır ve bütçe görüşmelerine başlanır. Kendisiyle işbirliği yapan arkadaşları, Saltanat mensuplarının ödenekleri, Din İşleri ve Evkaf Bakanlığı bütçeleri sırasında tartışma ve eleştiriye girişirler. Bu sırada, Mustafa Kemal de Mecliste söz alarak şunları söyleyecektir;
'Cumhuriyetin tam olarak kurulması, onun ilkelerinin yerine getirilmesine bağlıdır. Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi lazımdır. Müslümanlığı, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere, bir politika aracı olarak kullanmaktan kurtarmanın ve yüceltmenin çok gerekli olduğu gerçeğini de saptamış bulunuyoruz'.
İsmet Paşa anılarında bu süreci ve Atatürk'le yazışmalarını şöyle anlatmaktadır;
'Cumhuriyetin ilk karşılaştığı mesele Halifenin vaziyeti olmuştur. İstanbul'da Halife'nin temasları, münasebetleri ve hilafet üzerinde yaratılan cereyanlar, Atatürk'te ve hepimizde ciddi bir endişe yaratıyordu. Umumi olarak Halifenin tutumu, Cumhuriyetin yanında hilafet müessesesinin beraber işlemesi ve yürümesi çok mahzurlu, hatta imkansız görünüyordu. Bizde böyle bir kanaat hasıl olmuştu. Hilafet meselesinin siyaset sahnesine gelmesi, Halifenin bir müracaatından doğmuştur. Halife, başkatibi vasıtasıyla hükümete yaptığı bir müracaatla, Hilafet hazinesinin ihtiyacından, hükümetle temas etmek için bir usul bulundurmasından bahsederek bir takım taleplerde ve temennilerde bulunuyordu. Gelen yazıda, bir müddetten beri bazı gazetelerde Hilafet makamı ve Halifenin şahsı hakkında kötü telakkilere yol açacak neşriyat yapıldığından şikayet ediliyor ve İstanbul'a giden hükümet erkanının, resmi heyetlerin kendisiyle temas etmeyişlerinden Halifenin büyük teessür duyduğu ifade ediliyordu. Hükümetle temas için bir usul bulunması temenni olunurken, ya Halife'nin Ankara'da bir temsilci bulundurması, yahut hükümetin Halife nezdine bir mümessil göndermesi gibi bir yol da gösteriliyordu. Bu müracaatı aldığımız zaman Atatürk İzmir'de bulunuyordu. İzmir'de harp oyunları yapılıyordu. Atatürk oraya gitmişti. Vaziyeti kendisine yazdım. Atatürk'ten şu cevabı aldım;
'Makam-ı Hilafetin ve Halifenin şahısları hakkında sui-telakkiyat ve sui-tesirat zemini, Halifenin kendi tarz ve tavr-ı hareketinden neşet etmektedir. Halife, hayat-ı dahiliye ve bilhassa hayat-ı hariciyesiyle ecdad-ı padişahların mesleğini muakkip görünmektedir. Cuma alayları, ecnebi mümessilleri nezdine memurlar izamı suretiyle münasebat, tantanalı gezintiler, saray hayatı, sarayında ihtiyat zabitlerine varıncaya kadar kabul ve onların iştiraklarını istima ve onlarla beraber ağlamak gibi hareketler bu kabildendir. Halife, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye halkı ile, karşı karşıya, vaziyetini mütala'a ettiği zaman, İngiltere Krallığı ile Hindistan ahali-i İslamiyesine veya Efgan Devleti ile Efgan halkına karşı, Hilafetin vaziyetini kıyasi olarak nazar-ı dikkatte tutmalıdır. Halife ve bütün cihan, kati olarak bilmek lazımdır ki, mevcut ve mahfuz olan Halife ve Halife makamının, hakikatte, ne dinen ve ne de siyaseten hiçbir mana ve mevcudiyeti yoktur. Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla mevcudiyetini, istiklalini tehlikeye maruz bırakamaz. Hilafet makamı, bizce en nihayet, tarihi bir hatıra olmaktan fazla bir ehemmiyeti haiz olamaz. Türkiye Cumhuriyeti ricalinin veya resmi heyetlerin, kendisiyle temasını talep etmesi dahi, Cumhuriyetin istiklaline sarih tecavüzdür. Serkarinini Ankara'ya göndermek veya şayan-ı itimat bir zatın nezdine izamı suretiyle, hükümete iblağı hissiyat ve temenniyat talebinde bulunması dahi, Hükümet-i Cumhuriyet ile karşı karşıya vaziyet alması demektir. Buna da selahiyettar değildir. Kendisiyle Hükümet-i Cumhuriyet arasında başkatibi muharebeye tavsit etmesi de fazladır. Halifenin temin-i hayat ve maişeti için Türkiye Reisicumhurunun tahsisatından mutlaka bir tahsisat kafi gelir. Maksat, debdebe ve darat değil, insanca hayat ve maişet temininden ibarettir. Hazine-i Hilafetten maksat ne olduğunu anlayamadım. Hilafetin hazinesi yoktur ve olamaz. Böyle bir hazineye ecdadından tevarüs etmişse resmen ve vazıhan malumat istihsal ve ita buyrulmasını rica eylerim. Halifenin aldığı muhassasatla gayr-i kabili temin olan tekalif neler imiş ve 15 Nisan 1923 tarihinde hükümet ne gibi mevait ve işaratta bulunmuştur. Bunu da lütfen işar buyurunuz. Halifenin ikametgahını tasrih ve tespit etmek, hükümetin şimdiye kadar yapmış olması lazım gelen bir vazife idi. İstanbul'da, milletin boğazından kesilmiş paralarla yapılma bir çok saraylar ve bu sarayların içindeki bir çok kıymetli eşya ve levazımat, hükümetin vaziyeti adem-i tespiti yüzünden mahv ve heder oluyor. Halife mensupları, sarayların en kıymetli levazımatını Beyoğlu'nda, şurada burada satıyorlar diye rivayetler vardır. Hükümet bunlara bir an evvel vaziyet etmelidir. Satılmak lazım ise hükümet satmalıdır. Hilafet kadrosu ciddi tetkik ve tensik olunmak lazımdır ki, serkarinler, serkatipler mevcudiyeti, Halifeyi hala saltanat hülyası içinde uyutmasın! Fransızların Kral, hanedan ve mensubinini Fransa'ya sokmakta, istiklal ve hakimiyetleri için yüz sene sonra, bugün dahi mahzur görüp dururken hergün ufuktan saltanat güneşinin tuluuna duacı bir hanedan ve mensubini hakkındaki muamelemizde, Türkiye Cumhuriyeti'ni, nezaket ve safsata kurbanı edemeyiz. Halife, kendinin ve makamının ne olduğunu sarih olarak bilmeli ve bununla iktifa etmelidir. Hükümetçe ciddi, esaslı tedabir ittihaz ile işarını rica ederim efendim' Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal'
O, Hilafet tartışmaları sırasında, halifelik ve hilafet konusundaki kesin tavrını, şu cümlelerle ortaya koyuyordu;
'Açık ve kesin söyleyeyim ki, İslam halkını, her şeyin aslı sayılan bir Halife fikri ile aldatmak ve uğraştırmak çabasında bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türklerin düşmanıdırlar. Böyle bir oyuna hayal bağlamakta, ancak ve ancak cahillik, dalgınlık ve bilgisizlik eseri olabilir'.
Bunları söyleyen Mustafa Kemal, Meclise sunulan laik nitelikteki tasarıların kabul edildiğini, çıkan kanunlarla Din İşleri ve Evkaf Bakanlığı'nın kaldırıldığını, Türkiye'de bütün bilim ve öğrenim kurumları ile medreselerin Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlandığını, Hilafetin kaldırılarak, bütün saltanat mensuplarının yurt dışına çıkarıldıklarını da anlatmaktadır.
Böylece, 3 Mart 1924 tarihinden itibaren, Türk devlet yapısında Hilafet diye bir kurum kalmamakta, 'Laik Devlet' düzeninin tamamlanmasına doğru en büyük adım atılmış olmaktadır.
Bu konuda din devleti ve laik devlet ile insan ve yaşamı sorgulayan bilimin bakış açısındaki farklılaşmayı Enver Ziya Karal şöyle tahlil ediyor;
'Teokratik toplum ve devletlerde, din yalnız inanç sistemi olarak görülmez, o, aynı zamanda evreni açıklayan ve tanıyan bir yol, toplumun yönetilmesi için gerekli tedbir ve düzenlerin bir kaynağıdır. Böyle olduğu için, bilim, sanat, felsefe, hukuk ve devlet, hepsi dinsel kökenlere ve kimliklere sahiptir. Buna göre, laikliğin tarih terimi olarak anlamı 'din ile felsefenin din ile bilimin, din ile hukukun, din ile sanatın ayrılmasıdır. Din ile devletin ayrılması bu gelişmenin son halkasıdır. Bu böyle olduğu için, bugün laiklik dediğimiz vakit, yalnız din ve devletin ayrılması gibi bir anlam çıkarılmamaktadır. Fakat bu anlayışta laikliği tam olarak açıklamıyor. Tarihi gelişmesiyle birlikte laikliği akli düşünceyle, dini düşüncenin ayrılması, akıl ve vicdanın özgürlüğü şeklinde anlamak daha doğru olur. Böyle bir anlayış, bizi akli düşünceyle dini düşüncenin birlikte, yan yana yaşayabileceği kanısına da götürür. Aklın çözemediği, insan ve evren ötesi sırlar hakkında vicdan, bir yargıya varacaktır. Laiklik bağımsız bir devrin değil, fakat bir devrimin genel bir niteliğidir. Devrim, bütün yeni kurumlara ve getirdiği yeni zihniyete hakimdir. Laiklik, ayrı ayrı sayılan bütün devrim hareketlerinde bir zihniyet ve gaye olarak vardır. Bu zihniyet ve gaye de, devlet düzeninde, aklın egemenliğini korumak ve sürdürmektir.' (Son)