Türk vatandaşı ile Türk olma arasında hiçbir ayrım olmadığı gibi tam tersine Türk olmak, 'Türk Vatandaşı Olma' esasına bağlanmaktadır. Bir diğer karıştırılan unsur da 'Azınlıklar' meselesidir. Azınlık hukuku ve azınlık anlayışı Osmanlıdan bu yana gelen çok ciddi bir alandır. Bununla Türk olmayı ve Türk vatandaşlık ilkelerini karıştırmak bizi doğru sonuçlara götürmez. Çünkü azınlık olmayı seçen bireyin tabi olacağı ayrı bir hukuksal alan doğmaktadır ki, olmayan bir paradigma ile olmayan sonuçlar tarih ilminde karşılaştırılmaz. Yapılan yorumların aksine, vatandaşlığı kabul ederek 'Türk' etiketi içinde, etnik temeli ne olursa olsun her Türk vatandaşı 24 anayasası veya ondan sonrakilerle de her türlü haklara sahip olmaktadır. Kavramlar ve ilkelerle uygulamalardaki eksikleri ve aksaklıkları da karıştırmamak gerekir.
Diğer iddialar arasında olan; '18 mart 1926 tarihinde kabul edilen 788 sayılı 'Memurin Kanunu'nun 4. maddesi 'Türk' olmayı memur olabilmenin şartları arasında zikrettiğini, keza, 24 Ocak 1924 tarihinde çıkarılan eczaneler ve eczacılar hakkında kanunun 1. maddesi eczane açma şartları arasında 'Türk bulunma' yı da zikretmekte böylece azınlıkların eczane açma hakları da kaldırılmış olmaktaydı. Aynı şekilde 11 Nisan 1928 tarihli tababet ve şuabatı sanatlarının tarz-ı icrasına dair kanunun 1. maddesi de Türkiye'de doktorluk yapabilmeyi Türk olma şartına bağlamaktaydı' ifadelerinin de yanlış ve eksik tarihsel paradigmalardan kaynaklandığı açıktır. Biz yine burada tarih bilmeyi, tarih okumayı salık vererek meseleye açıklama getirelim; Osmanlı Devleti'nin sonlarında devletin, olmayan sağlık sistemi içinde küçük mahallelerde dahi çok sayıda eczanenin açıldığını, doktorlukla ilgisi olmayan yüzlerce yabancı uyruklu veya gayr-ı müslimin sahte diplomalarla doktorluk ve eczacılık yaptıklarını, bu nedenle yüzlerce insanın öldüğünü, doktor veya eczacı diploması almak için verilecek rüşvetlerin belli bir rayici olduğunu vb. biliyoruz. Bu konuda birçok araştırmanın yanında naçizane bizim birkaç çalışmamız bulunmaktadır. İşte böylesine bir keşmekeş içinde yabancı doktor ve eczacı hastalığını yok etmek için devlet önlemler almaya çalışsa da başaramamıştır. Dolayısıyla buradaki sınırlama gayr-ı Müslimlere değil, bu alanda en fazla icraat gösterenlere, yabancı ülkelerden gelen bu sahte sağlık elemanlarının hiçbir sınava girmeden bu alanda faaliyet göstermelerine karşı yapılmaktadır. Osmanlı yönetimi de dahil, Cumhuriyet iktidarı bu yabancı hayranlığı ve gerçekten bu mesleğe sahip olmayanları olanlardan ayırmak için çok çeşitli yollar deneyecektir. Bu yollardan biri de vatandaşlık bağıyla bu ülke vatandaşı olmalarıdır ki bir suç oluştuğunda bunların hiçbir ceza almadan ülkeden çıkmaları veya azınlık hukukuna sığınarak cezadan kurtulmaları da engellenebilsin. İşte çok özet olarak anlatmaya çalıştığımız sağlık konusundaki 'Vatandaş' hukuku içinde sağlık sektörünün oluşturulması ve aksaklıkların giderilmesi kapsamında değerlendirilmesi gereken bir konu maalesef bazı araştırmacılar tarafından yanlış etnik çözümlemelerle açıklanmaya çalışılmaktadır.
Ayrıca, dili olmayan, kültürü kendi dilinde yazılmayıp yayılamayan, kendi tarihinin kaynakları başka dillerle yazılmış, eğitim ve öğretimi olmayan, eğitim dili bulunmayan vb. olgular bütünü içinde bir devletten söz etmenin veya bunun gerekliliğini savunmanın çok anlamlı ve gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Ticari evraklarının kendi dilinde tutulmasının gerekliliğini ve olamazsa olmazlarını uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Bu ırkî, etnik bir zorlama değil tam aksine önemli bir gerekliliktir elbette. Burada da araştırıcılara tarih okumayı ve olaylara çok yönlü bakmayı öneriyorum.
Yine meselelere tek taraflı bakan iddialar arasında; 'Şirketlerin muhasebelerini ve ticari yazışmalarının Türkçe tutmalarını zorunlu kılan 805 sayılı iktisadi müesseselerde mecburi Türkçe kullanılması, sanayi kurumlarındaki tüm çalışanların Türk olması şartını getiren 28 Mayıs 1927 tarihli 1055 sayılı Teşvik-i Sanayi Kanunu, yabancı sigorta şirketlerinde müdür ve genel vekiller dışındaki tüm çalışanların Türk olmasını zorunlu kılan 25 Haziran 1927 tarih ve 1149 sayılı sigortacılığın ve sigorta şirketlerinin teftiş ve murakabesi hakkında kanun, yabancı uyrukluların bazı meslek ve zanaat dallarında çalışmalarını yasaklayan ve özellikle İstanbul'daki beyaz Ruslar ile oturma iznine sahip Yunanistan vatandaşı Rumları hedef alan 4 Haziran 1932 tarihli Türkiye'de Türk vatandaşlarına tahsis edilen sanat ve hizmetler hakkında kanun hukuk metinlerine yansıyan Türkleştirme amaçlı adımlardı bütün bu kanunlar içinde ikisi, Kemalist Türklük tasavvurunun sınırlarını anlamak bakımından özellikle önemlidir' gibi saptamaları suni, zorlama ve gayr-ı ilmi buluyorum. Tamamen gerçeklerden kopuk, tarih biliminin ve sosyolojinin temellerinden uzak sonuçlar olarak görüyorum. Özetle bu yapılanlar Türkleştirme değil, vatandaşlık hukukuyla birbirine bağlı bir Türk Devleti ve Türk Milleti yaratma amacı taşımaktadır. Buradaki Türk kavramı da ürkütmemelidir. Çünkü bu Türklük; Hunlardan beri altı çizilerek oluşturulan siyasi-kültürel bir genel etikettir. Ayrıca bu tanıma ve araştırıcılara yön verebilmesi açısından 24 anayasasındaki Türklük tanımı da tekrar incelenmelidir diye düşünüyorum. Bu tanıma göre; 'Türkiye'de veya Türkiye dışında babası bir Türk olan yahut Türkiye'de yerleşmiş bir yabancı babadan Türkiye'de dünyaya gelipte memleket içinde oturan ve ergenlik yasına vardığında resmi olarak Türk vatandaşğını isteyen veyahut Vatandaşlık Kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türk'tür.' tanımlaması, 'Türk' ırkından gelen kişiyi değil, 'Türk Vatandaşı'nı tanımlamaktadır. Ayrıca bir kez daha hatırlatalım ki Kemalist Türklük olarak nitelenen Türklük ; 'Kendini Türk hisseden herkes Türk'tür' temel şiarına dayanır. Burada aslolan ırk ve kan değil, kültür ve gelecek birlikteliği yapan bütün Türk vatandaşlığıdır.
Bir araştırmacı; 'Mustafa Kemal, milli mücadele esnasında vurgulu bir şekilde, Müslümanlarla Müslüman olmayanların aynı haklara sahip olacağını beyan etmiştir. Bu taahhüdün hukuki teminatı ırk ve din farkı gözetmeksizin vatandaşların eşitliğini öngören 1924 Anayasasının 88. maddesinde somutlaşmıştır. Lozan anlaşmasının azınlıkların haklarını koruma altına alan maddeleri zaten daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce kabul edilmişti. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşmasının 3. bölümünün 37 den 45 e kadar olan maddeleri Türkiye de kalan gayr-i Müslimler ile Yunanistan daki Müslüman azınlığın haklarını ve statülerini teminat altına almaktaydı. Lozan anlaşmasıyla, azınlıkların özel hukuk dışında kalan tüm imtiyazları ve kapitülasyonlar kaldırılmış, İslami etkilerden arındırılmış yeni bir medeni kanun hazırlanması şartıyla ,tüm hukuk işlemleri genel Türk hukuk sistemine dahil edilmiştir. 4 Nisan 1926 da yürürlüğe konan yeni medeni kanun şer'i temelli eski medeni kanunun yerini almış, böylece yeni rejim, özel hukuku dini ayrım ihtiyacı duymaksızın genelleme imkanına kavuşarak azınlıkları kendi iktidar kabının hukuk bölmesine dahil etmiştir dedikten sonra, 'aslında, Lozan anlaşmasının 42. maddesi, azınlıklara kendi kişi ve aile hukuklarını kendi dini geleneklerine göre îfa etme imkanı vermekte ve bunun uygulamasını azınlık grupları ve hükümet temsilcilerinin eşit sayıda katılımıyla oluşturulacak özel bir komisyona bırakmaktaydı; Türkiye hükümeti gayr-ı Müslim ekalliyetlerin hukuk-ı aile veya ahkam-ı şahsiyeleri bahsinde bu mesailin mezkur ekalliyyetlerin örf ve adetlerinde hal ve fasledilmesine müsait her türlü ahkam vaazına muafakat eder' saptamalarını yapmakta, son tahlilde; 'medeni kanunun yürürlüğe konuluşundan sonra azınlıkları bu özel 'imtiyazlarını' bırakmaya zorlamış ve böylece hukuki Türkleştirme gelişmiştir.' diyerek hukukun, tarih ve sosyolojinin sınırlarını zorlamaktadır. O azınlıklar ki 600 yıllık bir devleti hem iktisadi, hem askeri ve hem de idari manada inkıraza uğratıp, yok edilmesinde önemli işlevler üstlenmiş, kurtuluş hareketinde gösterdikleri tavır ve yönelimle tarafını ortaya koymuş, yeni iktidar içinde hala imtiyazlarını kaybetmemek için onlarca siyasi ve ekonomik yöntemler denemiştir. Bu azınlıkların milli bir devletin parçası olmak yerine azınlık olarak kalmak istemelerinin karşılığında milli devletin öc almak yerine, hukuki statülerinin belirlenmesi bir Türkleştirme siyasetini mi yaratır, yoksa hukuk devleti olma yolunda sosyal bir olguyu bu sistematik içinde barışçı ve demokratik yollarla bir entegrasyonu mu oluşturur? Bu sorunun yanıtını okuyuculara bırakıyorum. Bir Türkleştirmeyle güya imtiyazlarından olan bu seçkinlerin karşısında Türk vatandaşlarının hukukunu ve sistem içindeki rollerini nasıl yorumlayacaksınız?
Yine bu araştırmacıya göre; 'Tanzimat fermanı'nın getirdiği yeni düzende gayr-ı Müslimlerin devlet bürokrasisinde yer almalarını önleyen kısıtlamalar kaldırılmış; hatta dış elçilikler gibi kimi kamu görevlileri yalnız gayr-ı Müslimlere tevdi edilmiştir. Azınlıklar içinde ortaya çıkan ayrılıkçı hareketler bile bu durumu değiştirmemiştir. Kemalist tek parti döneminde gayr-ı Müslimlerin devlet bürokrasisine alınması önce fiili olarak ortadan kalkmış; daha sonra bu fiili duruma hukuki bir nitelik kazandırılmıştır.1925 tarihli memurin kanununun 24. maddesi 'Türk olmayı' kamu görevlisi olmak için bir ön şart kabul etmiştir. 1924 anayasası gayr-ı Müslimlerin etnik anlamda Türkleştirilemeyeceği örtük olarak kabulden kaynaklanan bu durum, liyakati değil doğuştan gelen nitelikleri öne alan ,bu niteliğiyle de açıkça dışlayıcı bir yaklaşıma sahiptir. Bu durum ancak 1965'te çıkarılan devlet memurları kanunuyla değiştirilmiş bu kanunun 48. maddesi Türk olmayı değil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayı, devlet memurluğuna kabulün ön şartı arasında saymıştır.' (Devam Edecek).