Yakınlarda Eskişehir'e gelip güzel bir söyleşiye imza atan sevgili Aydın ağabey yeni romanıyla da herkesin bildiği üzere yeniden mürekkebi yerinde kullanıp harika bir eseri edebiyatımıza kazandırdı. Aydın ağabeyle Edebiyat ve Hayat Söyleşilerinde bu hafta şiir, hayat ve yeni çalışmalar hakkında konuştuk.

İlk olarak yazma sürecinizin nasıl başladığından bahseder misiniz?
Yazma duygumun ilk içime düştüğü zamanları anımsadığımda, 14-15 yaşlarındaydım. Oldukça acemi bir hevesle başlayan bu süreç en heyacanlı sürecimdir. Öğretmenlerin yönlendirici rolünü ilk bu dönemde gördüm. Türkçe ve sonrasında da lise de Edebiyat öğretmenlerimin şiire olan sevgimi anlayışla karşılamları ve doğru yönlendirmeleri yazarlık süreciminm ilk önemli yol açıcı olgusur. Eğer o gün bu hevesimi kırsalardı, sanırım bu gün bir yazar olarak yazın dünyasında olmam da mümkün olmayacaktı. Bu bağlamda; özellikle bu ilk gençlik döneminde yazmaya heveslenmiş birinin öğretmenlerinden göreceği ilgi oldukça önemlidir. Diğer yandan ilk şiirlerimi de bu dönemde yerel gazetelerde yayımlamaya başlamıştım. İlk şiirim yayımlandığında 16 yaşlarındaydım. Sonrasında büyük bir cesaretle ulusal dergilere gönderdiğim şiirler yayımlanmaya başladı. Bunun içinde de ilk şiirlerimi ulusal bir gazetenın kültür-sanat sayfasında Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın seçerek yayımlamış olması benim için çok büyük bir onur ve çok değerli bir anı olarak yaşamaktadır.

Yazmak size neler hisettiriyor?
Yazma nedenimi tek bir şeye indirgeyerek açıklamam mümkün değil. Sanırım yazanların hiç birisi de tek bir nedenle yazıyorum diyemeyecektir. Her seferinde özgü bir durum yazmaya neden oluyor sanırım. Bazen travmalarınız, hayal kırıklıklaırnız, bazen beklentileriniz, amaçlarınız, bazen tanık olduklarınız, bazen distopik duruşunuz, bazen politik arzularınız ya da çocukluğa dönme istenciniz… O nedenle aslolan yazmak, neden yazdığını bilme çabasından daha önemli olan yazıyor olmaktır.
Yazamayı güdüleyen şeyin size gelişini kestirmeniz mümkün değil. Ama gelen şeyi sezmeniz münkün. Tuhaf bir huzursuzluk, aşırılık gibi duyusal duyumlar gelen şeyin öncü habercisi gibi. Ancak ne geldiğini, ortaya ne çıkacağını kestirmeniz mümkün değil. Gelenle karşılaşma ve sonra onunla uzun soluklu bir zaman geçirme hali; yani yazmaya başlama ve bitirme süreci çok renkli ve ilginç oluyor. Yazma halinin neresinde mutlu oluyorsunuz derseniz; sanırım yazdığım şeyi bitirip, benden çıktığı zamanı bekliyorum. Çünkü ben yazarken yazdığım şeyle benim arama asla okuru almıyorum. Bütün gerilimim metne ilişkin oluyor. İyi bir metnin ortaya çıkması için asgari dil-kurgu disiplinleri üzerine yoğunlaşıyorum. Bu bağlamda yazma süreci defalarca tartılan kelimelerden cümlelerden oluşuyor. Bütünlüğü önemserken aynı zamanda yeni bir şey söyleye bilme çabası da yorucu oluyor. O nedenle bunlar ve benzeri sorunlar yazarla metin arasındaki çatışmalı sürecin içeriğini oluşturuken okur en son düşündüğüm şey oluyor. Metni bitirdiğimde de artık okurla metnin arasına ben girmiyorum. Çünkü her okuma yeniden bir yazma halidir. O nedenle okurun metne olan iradesine saygı duyup, yaan kişinin aradan çekilmesi benim açımdan iyi geliyor. Sonuç olarak; yazma duyusu derin bir iç evrenin dışa dönmesi olduğu kadar, her insanın içinde taşıdığı bir yabancı vardır, o yabancıyla karşılaşmak ve onunla yüzleşme olanağı da veriyor. Bir tutkudan bahsediyorum doğal oalrak.

Bugüne kadar yayımlanan kaç kitabınız var ve içerikleri nelerdir?
Şiirle başladığım yazı serüveni bu gün 35 yılı geride bırakıyor. Üretken bir yazar olduğum söylenebilir. Bu üretkenliğin dinamiğinde, şiirden romana, öyküden eleştiriye geniş bir alanda yazdım, yazıyorum. Arkama dönüp baktığımda 8 şiir kitabım var. Bu kitaplardan 'Susmalar Kitabı, Sesler Kitabı, Adalar Kitabı, Bahçeler Dili' adlı şiir kitapalrım Türk şiirinde çok az gerçekleştirilen 'tematik' şiirlerdir. Diğer yandan kuram kitaplarım var. Sanat ve İktidar, Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme, Bebek Patikleri, Estetik ve Mücadele Estetiği gibi kitaplar yazın dünuyamıza bir katkı olarak görülmektedir. Sanat felsefesi ve sanat kuramları ile yazarlık disiplinleri üzerine oluşmuştur bu kitaplar. Diğer yandan 'Kopuk ve Hiç' adını taşıyan bir romanım da bu yıl içerisinde yayımlandı. Yanısıra yaklaşık 10 ortak kitapda da yer alıyorum.

Son kitabınızın Kopuk ve Hiç'ten ayrıntılı olarak bahsedebilir misiniz?
'Kopuk ve Hiç' otuz beş yıldır yazma serüveni içerisinde bulunan bir yazarın ilk romandır. Ancak yazılma süreci yaklaşık 6 yılı bulan bir kitaptır. Farklı coğrafyalardan esinlenerek yakın tarihimizi de içine alan bir çalışmadır. 1980'li yıllarda 18-20 li yaşlarda olan gençlerin ideallerini toplumsal hayatımız içerisindeki arayışlarını anlatıyor. Bunu yaparken de kendisinden önceki kuşağın birikimleriyle çatışmaları ve kuşaklardaki değişimleri gündemimize getiren bir roman. Romantizm ile kaotiklik arasına sıkışmış insanların, zamanın akıp geçmediği bir Anadolu kasabasındaki yaşamlarına odaklanır kitap. Bu durağanlıkta, çıkış yolu arayan üç genç arkadaşın travmalarıyla başlar roman ve intiharın seçenek olarak önümüze getirilmesiyle de bir anda kasabadaki durağanlık dağılmaya başlar. Diğer yandan anne ve çocuk arasındaki ilişkilerin bir paradigma olarak bağımlılık-kopuş-anımsama-hatırlama bulguları üzerinde kahramanların geriye dönüşleri de romanın ilginç özelliğidir. Bu bağlamda romanın ikiliği kopuşlar ve hiç'likler üzerinden anlatılır. Çıkışsızlık içerisine sıkışan her bireyin ya hızla içe kapanarak kabullenişi içselleştirmesine ya da aşırılıklarla bu çemberi kırmak için savruluşlarına tanıklık ederiz. Psikopolitik bir romandır 'Kopuk ve Hiç'. Edebiyatımızın önemli eleştirmenlerinden birisi olan Hülya Soyşekerci Cumhuriyet Gazetesi Kitap eki'nde romanla ilgili bir değerlendirmesini şu sözlerle bitirmişti: 'Sonuçta, Kopuk ve Hiç, bireyin varoluşa dair sorunlarını işleyen; siyasal/toplumsal/yazınsal/felsefi göndermeleri hayli yoğun bir kitap. Toplumda tutunamayanların, var olamayanların, mağlupların, hiçleşenlerin parçalanmış yaşamlarının kopuk metinler halinde dile getirildiği Kopuk ve Hiç, 'politik avangart bir roman' olarak, edebiyatımızda öncü rol üstlenen, az denenmişi deneyimleyen sıra dışı bir yapıt.' Bu değerlendirmeye ekleyeceğim tek şey; roman deneyimlemek aynı zamanda yaratı sınırlarını da zorlamak anlamı taşıyor benim için. O nedenle 'Kopuk ve Hiç' kurgu tekniği, dili kullanma biçimi, içindeki oyunları, şifreleri, kendini çırılçıplak ele verme isteğiyle, anlatmadan anlattıklarıyla deneysel bir romandır ve bu deneyselliği de daha ilk adımda yerleşik dil ve onun kurallarına baş kaldırarak yapmaktadır. Bu bağlamda yıkıcı bire şeyle karşı karşıyayız de diyebilirim. O nedenle metnin katmanlarına sızmalı okur ve orada kendisi için bırakılan boşlukları sezgisiyle, bilgisiyle doldurmalı ve romanı tamamlamalıdır. Yani; Kopuk ve Hiç, yaratıcı okurların romanıdır. Diğer tandan bir şairin romanı daima bir risktir. Bu riski günümüz kültür ekonomisi içerisinde yayınevlerinin göze alması sık görülen bir durum değil. Bu bağlamda Kopuk ve Hiç'e gerekli ilgi ve yakınlığı gösterip, okurla buluşması için emek veren Destek Yayınları'na ve kitaba dizgisinden tasarımına, dağıtımından tanıtımına emeği geçen tüm yayınevi çalışanlarına teşekkür ediyorum.

Örnek aldığınız yazarlar kimlerdir? Neden?
Dünya edebiyatından ve Türk edebiyatından birçok yazarın doğrudan deneyimleriyle büyümüş bir yazarım ben. O nedenle benden öncekilerinin ne yazdığını, nasıl yazdığını bilmek için onların yazın dünyalarına girdim, onlarla uzun süre birlikte yaşadım. Yeni bir şey söyleyebilmenin nerdeyse biricik kuralıdır bizden öncekilerin neler yaptığını bilmek, ancak ayrışma da böyle olabilir. O nedenle her yazar kendisinden önceki yazarların devamıdır ve bu devamlılık ancak uzun süreler sonunda yol ayrımlarını aralar. Bu bağlamda onlarca yazarın benim önümü açtığını söyleyebilirm. Bunlardan ilk aklıma gelenleri; Cervantes, Tolstoy, Çehov, Kafka, Calvino, Turgenyev, Gorki, Shakespeare, Dostoyevski, Flaubert, Nabakov, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sait Faik, Sevim Burak, Oğuz Atay, Vüsat O. Bener, Yusuf Atılgan, Leyla Erbil, Ferit Edgü, Adnan Özyalçıner, Gülten Akın, Ahmet Arif, Ahmet Telli gibi yazar ve şairleri saygıyla anmalıyım.

İlk kitabınız basıldığında neler hissettiniz?
Ayaklarım yerden kesilmişti ama sonra da aynı hızla yere düşmüştüm. Çünkü kitap çıkana kadar olağanüstü ve çok büyük bir yazar olduğumu düşünüyordum; kitabı elime aldığımda da bu baş dönmesiyle bulutların üstündeydim. Ama çok geçmeden ne kadar acemi olduğum, ne kadar sıradan bir şey yaptığımı gördüm. Nerdeyse her ilk kitap büyük bir çoşku ve hemen ardından gelen hayal kırıklığıyla anımsanır. Hatta kimi yazarların ilk kitapları biyografilerinde yer almaz. Önemli olan tüm kırılganlıklara ve gerçeğin o acımasız kuşatıcılığına rağmen, ısrarla yazmaktır. Çünkü yazı yazarak öğrenilen bir şey ve yazdıkça gelişip genleşiyor dil. Ve zamanla da başarı geliyor. O nedenle özellikle genç yazar arkadaşlarımın daha ilk adımda 'büyük yazar olma' çabası onları derinden yaralayabilir.

Gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında Türkiye'de okuma yazmaya sizce yeterli önem ve teşvik veriliyor mu?
Hiç kuşkusuz ki okuma oranımız beklentimizin altında. Ancak yine de son yirmi yılda bir yoğunluk kazanmış durumdayız. Kişi başına yılda okuma oranı olarak yedi kitaba yaklaştık. Ancak bu kez de okunan kitaplar ve okumanın niteliği üzerine bir tartışma başlamış durumda. Popülerlik, görünebilirlik, dokunulma ihtiyacı ve vitrinde olma arzusu okuma olgusunu da doğrudan etkiliyor. Güncelliği bir tür modaya ve tüketime dönüştüren popüler kültür okuma tercihlerimizde de belirli bir rol oynuyor. Diğer yandan kültürün ekonomi üretmeye başlaması yayınevlerinin kültür politikalarını da değiştirmesine neden oldu. Günümüzde çocuk edebiyatı ve çocuk okurlarını dışarıda bırakarak konuşacak olursak; okurun büyük kısmı 15-25 yaş arasına sıkışmış gözüküyor. Bu yaş dönemi hızlı hareket etmeyi, hızlı tüketmeyi seviyor ama sürekliliği sevmiyor. O nedenle onları düşünce, duygu ve davranış açısından yavaşlatıp derinleştirecek şeylere uzak duruyorlar. İşte yayın dünyası da bu yaş grubu üzerine projeler yapıyor. Basit, sığ, kolay tüketilen ve onların travmatik duygu dünyalarına koşut yapıtları piyasaya sürüyor ve buradan bir ekonomi oluşturuyor. Bu bağlamda bireysel okuma endeksimiz gelişmiş ülkelere yaklaşırken nitelikli okuma ve nitelikli okur olma endeksimiz geriliyor. Bu sorunu nasıl çözeceğimiz üzerine kafa yormayı sürdürmemiz zorunlu gözüküyor. Yazmanın teşvik edilmesine gelince; gelişmiş ülkelerde kültür bakanlıklarının sosyo-ekonomik desteğinin olduğunu görüyoruz. Bu önemli bir katkı. Ülkemizde de buna ilişkin çalışmaların başlatılmış olması sevindirici. Ancak eğitim sistemi yarışma ve rekabet üzerine kurulmuş olan sistemlerden 'yazınsal yeteneklerin' çıkması pek görülmemiştir. Bu duruma dikkat çekmek istiyorum.

Bir yazar nasıl olunur? Kendine ait yolunu anlatır mısın?

Bu söyleşinin en zor sorusu bu olsa gerek. Yazar olma sürecine ilişkin ortada kuramsal bir bilgi ve kılavuz yok. Öyleyse her yazar adayı daha başından sonuna kadar bireysel bir serüveni sürdürmek zorundadır. Bu serüvenin kimi izleri, kokuları, deneyimleri geçmiş birikimlerden edinilebilir. Ancak bunlar yazan kişiden yazar kişiye doğru uzun soluklu bir yolculuğun ilk dönemlerinde katkı sağlar. Çünkü yazma deneyiminin içerisinde geçirilen her zaman kaçınılmaz olarak birçok riskle doludur. Tekrara düşmek, dili kullanmak, bir üst dil ve kurmaca gerçekleştirmek yazan kişinin kendisi olabilme hali gibi... Giderek öğrendiklerinden kurtulma isteğiyle, başka bir dürtü devreye girer. Benzemek değil ayrışma istencidir bu. Yani yazılan şeyin özgün, has bir şey olasının peşine düşme halidir. İşte bu nedenle bazen bildiğin tüm doğruları ve sıkı sıkıya bağlandığın yazarları da terk etmesi gerekebilir yazan kişinin. Tüm bunlar uzun soluklu çabayı ve cesaretle doğrudan deneyimlemeyi gerekli kılar. Bunlarla da bitmez sorun… Bu kez yazdıklarının kabul görmesini beklersin. Dergilerin, yayınevlerinin kapısında uzun süre beklemek de gerekebilir. Dolayısıyla yazma çabası sürekli öğrenme-unutma, tekrar öğrenme-unutma sürecidir. Bu da sabırla geçirilmesi gereken onca yılı göze almayı gerekli kılar.
Kendi yazınsal serüvenime dönecek olursam yukarıda belirttiğim gibi 35 yıldır öğrenmeye ve sabırla öğrendiklerimi unutmaya devam ediyorum. Belki de yazma arzum, sabrım ve cesaretimle ayakta kalıyorumdur.

Eklemek istedikleriniz?
Bu güzel söyleşi için size, bu söyleşiyi yapmaya neden olan benden önceki ve beni ehlileştiren yazarlara teşekkür ediyorum.

*******


KENT KONSEYİ VE KİTAP

Eskişehir Kent Konseyinin her zamanki çalışkanlığı ve kenti kucaklayışı olduğu sürece hiçbir sorun gündemi bu kadar meşgul etmeyecektir. Geçen hafta sona eren kampanyalarının ardından kitap kampanyası yine devam ediyor ve ülkenin değişik yerlerine kitap göndermeye ve çocuklara satılmaya devam ediyorlar. Bunun kente kattığı ivme küçük ya da büyük olarak bakmadan çok önemli ve apilacak her çalışmayı teşvik edecek ağırlıkta bir ağ. Eskişehir Kent Konseyi Kültür ve Sanat Çalışma Grubunun bünyesindeki tüm dostlara sevgi ve selamlarımla...


*****


BİR ŞİİR: FARUK UĞUR

SESLENİYOR YUNUS BİZE
Yüzyılların ötesinden
Görünüyor Yunus bize
Sevgi dolu dili ile
Sesleniyor Yunus bize

Genç ihtiyar çoluk çocuk
Bazen açlık bazen tokluk
Kitaplarda kaldı dostluk
Güceniyor Yunus bize

Sevgi ile gönül yapan
Aşkın odu ile yanan
Hak yolundan ayrılmayan
Özleniyor Yunus bize

Doğru sözün gücü ile
Çekilen her acı ile
Alınacak öcü ile
Güveniyor Yunus bize

Faruk der ki söz bitire
Adalet mi hak getire
Malı mülkü kim götüre
Böyle diyor Yunus bize

******

BİR KARİKATÜR