Hangi yola girilmiştir bir gece ve şiire varılmıştır? Hangi saatin tam ortasında kararmıştır gökyüzü? Bir vaktinde günün alıp götürecektir onun dizeleri bir şeyleri eski yerlerine ve yağmur olacaktır karanlığın ağaran yanı. Eskişehir Sanat Dergisi'nin genel yayın yönetmeni olduğum zaman tanışmıştık kendisiyle ve çok sevindiğini söyleyip elimden ne gelirse yaparım diye ısrarla sormuştu Mehmet Tektemur. İlla ki çıkacaktı sorunlar ve onlar oluşmadan üzerime düşeni yaparım diye ne güzel bir yürekle şiir olmuştu. O zamandır şiirler köprüsüdür bu dostluğun. Eskişehir'e geldiğinde beni de ziyaret eden ve yine gelecek olan güzel insana çok sevildiği Eskişehir'den sevgiler saygılar…



Yazmak ve düşünmek diye bir çıkış noktasından bakarsak; düşüncenin zihinden çıkışı mıdır yazmak yoksa bu süreç de düşünmeye dahil midir? İnsan kafasindakileri son olarak mı yazar?

Sevgili Gencer, ilgiyle izlediğim 'dahil midir?' sorularınızdan biriyle buluşturduğunuz için teşekkür ediyorum. Doğal ki, birikim olmadan şiir de, öykü de, roman da yazılmaz. Çünkü vahiy diye bir şey çıkıp gelmiyor. En azından ben hiç karşılaşmadım. Yazmak, beyinde oluşan, çoğalan, üst üste koyarak biriken düşüncenin sonrasında eyleme dönüşümünün, dışavurumudur. Eteğinizde biriken taşları dökmek gibi diyelim. Ne kadar toplayabildiyseniz, o kadarsınız. Evet düşünmeye sıkı sıkı dahildir bence de.

Sizin yazmak için kendinizi hazır hissettiğiniz zamanlar ayrı mı yoksa herhalde yazarak da verimli olunabilir mi?

Doğrusu oturup şiir yazayım şeklinde bir yönelmem ve zamanlamam yok. Çok sık şiir yazan biri de değilim. Belli periyotlar içinde biriktirdiklerimi denk gelen bir zamanda yazmaya çalışıyorum. Nerede, ne zaman yakalayabilirsem. Yoksa şiir yazmanın vakti- saati mi olur? Bende böyle bir zaman ve mekan ayrımı yok. Herhalde özel zamanlarda yazıp başarılı olanlar, ya da 'Her şairin bir şiir üretme yöntemi' mutlaka vardır diyebiliriz. Neden olmasın?

Yazmaya başladığınızdaki kaleminiz ile şimdiki kaleminiz arasında farklar var mı? Bunu nasıl gözlemlersiniz?

Aslında temelde farklılık olduğunu söyleyemem. Üstüne koya koya geliştirerek devam ettiğimi geriye dönüp baktığımda anlıyorum. Çünkü devam ettirmek istediğim çizgimden farklı alanlara gitmek gibi planım yok. Bunu Küllenmiş Şiirler başlığı ile çıkardığım 'Kalbimde Bu Kadar Çok Varken, Üstüme Deniz Ört Üşüyorum' ve 'Aşk Gibi Bakmasın Gözlerin' adlı ilk şiirlerimi topladığım kitaplardaki şiirlerle, izleyen Mahallenin Kayıp Delisi, Başını Omuzuma Koy Ağlayacaksan ve Sözcükler Çocuklar Kadar Masum daha yakın zaman şiirlerimi içeren kitaplarımdaki şiirlerde karşılaştırıldığında görmek mümkün. Yani bir sapma olmadan var olanı geliştirme yönündedir farklıklarım.

Her coğrafyada yazar olmak farklı zeminler ve zorluklar içerir; bu coğrafyada sizce bu zor mu kolay mı?

Kendi adıma herhangi bir coğrafyayı odaklayan şiirler yazmıyorum. Genel ve ağırlıklı olarak yaşadığım, içinde olduğum, adımladığım, oturup kalktığım yer ve mekanlar şiirlerimde. Aşağı yukarı yakın duyguları paylaştığım insanlarla olunca coğrafya zorluklarım yok. Üst perde ve kurtarıcılık misyonum yok. Acılar üzerinden yapılan devşirmeler ve beklentilerden uzağım. Bence zorluklar coğrafyadan çok yaşadığımız dönem konjonktüründen kaynaklı. Her dönem aynı zamanda döneminin sanatına ve sanatçısına bir damga vuruyor. Bu karmaşa ve sıkıntıların sisleri arasında sanatta da dönem fırsatçılarının da epeyce var olduğunu düşünüyorum. Sislerin dağılmasından sonra daha netleşebilir zorluklardan olumsuz etkilenen ve zorluklardan yararlanan kim olmuşsa.

Buradan yola çıkarak; yazarın bir kaygı taşıyarak yazmaması sizce mümkün mü? Sanat için yazmak toplumdan uzak kalmak değil midir, yoksa sanatçı farklı bir özgürlüğe mi ihtiyaç duyar?

Kaygının kaynağı önemli. Unutmamalıyız ki, geçmişimizde gerçek sanatçılar ağır bedeller ödenmiştir. Toplum mu? Sanat mı? Ayrımını doğru bulmuyorum. Bunlar iç içe zaten. Kendi adıma kaygılar ve beklentiler üzerine şiir yazmıyorum. Yazdıklarımı denize yuvarlayarak zamana bırakıyorum. Karşılığı varsa yerini alır düşüncem. Hiçbir şiirin birileri iyi dedi diye iyi olmayacağını, kötü dedi diye de kötü olmayacağının bilincindeyim. Bakış açım bu. Topluma ne kadar yakınım, ne kadar uzağım bilmiyorum. Uzak veya yakın olma diye bir çabam da yok doğrusu. Ancak, şiirlerimde her kesimden insanın bir yerden yüreğine dokunduğumu dönüşlerden hissediyorum. Bu mutlu ediyor beni. Yaşama bakış açımla toplumdan uzak olmam mümkün görünmüyor zaten. Hep hayatın içindeyim ve hiçbir arka planım yok çünkü. Geleceğe kalıcı şiirler bırakacağıma inancım var.

Edebiyat okumaya yeni başlamış bir üniversite öğrencisine kendinizi ve edebiyatı nasıl tanıtırdınız?

Doğrusu kendimden söz etmek sorusu zorlandığım bir soru. Sanırım çoğu kişi de bu böyle. İnsan kendisi için ne diyebilir ki. Elazığ doğumlu, Ankara Gazi Üniversitesi mezunuyum. Uzun yıllardan beri ve yakın zamanda noktalamak üzere olduğum Maliye Bakanlığı Vergi Müfettişi olarak İstanbul'da görev yapıyorum. Önceki sorunuzda saydığım altı şiir kitabım yayınlandı. Tüm gençlere müzikle, sporla, edebiyata yakın olmaya ve önemlisi bolca okumalarını araştırmalarını, sorgulamalarını önerebilirim sadece.

Şiir sizce öykü ve romandan ne kadar farklı ve bu farka uzaklık diyebilir miyiz? Şiirin hepsini kapsadığı düşüncesine katılır mısınız?

Şiirin biraz daha karmaşık olduğu doğru. Roman ve öykülerde şiirden etkileşimin oldukça önemli yer tuttuğunu düşünüyorum. Buna iç içelik demek mümkün. Yani birbirine çok uzak ve farklı olmadığı kanısındayım. Ayrıca, düzyazı şiirlerin oldukça yaygınlaştığı da dikkate alınırsa bu iç içelik netleşiyor. Ama şiirin, öykü ve romanı da tümden kapsadığını sanmıyorum. Şiiri, romanı, öyküyü birbirini destekleyen ama ayrı ayrı yerlere koymak doğru olan bence. Şu gerçekle şiir, öykü, roman birbirinin karşıtı değildir.Yarıştırmaya da gerek yok derim.

Başucu kitaplarınız nelerdir?

Başucu kitaplarını şairler olarak algılayarak başta; Nazım Hikmet Ran, Atilla İlhan, İlhan Berk, Ülkü Tamer, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Murathan Mungan, Derman İskender Över, Gülten Akın, Nilgün Marmara, Enis Batur, Lorca, Pablo Neruda, Paul Eluard diyebilirim. Dahası olmakla birlikte uzatmadan özetleyebildiklerim bunlar. Yanı sıra, yeni çıkan kitapları ulaşabildiğim kadarıyla izlemeye çalışıyorum.

Müzikle yazmak arasında nasıl bir ilişki ve sizce, en sevdiğiniz müzik türleri nelerdir?

Müzikle yazmanın hangisi daha zor diye sorsaydınız düşünmeden elbette müzik derdim. Ama bir şekilde ikisi arasında sıcak ve sıkı bir bağ olduğu da açık. Çok müzik dinleyen biri değilim doğrusu. Rock-,pop, Türk sanat müziği, arabeks. Ruh halime göre ve bulunduğum ortam neyse, her müzik türüne kulak misafiri olabilirim.

Son olarak şiirlerinizde en çok hangi şehir yer alır ya da düşlerindeki o şehir aslında var mı? Tarifi var mı oranın?

Çok sahiplendiğim bir şehir takıntım yok. Mesleğim nedeniyle de uzun, ya da kısa süreli olarak Edirne'den Şırnak'a kadar birçok şehirde yaşadım. Mutlaka her şehirden ayrı ayrı etkilenmişimdir. 10 yıla yaklaşan süredir İstanbul'dayım. Son dönem şiirlerimde İstanbul izlerine rastlamak mümkün. Yaşadığınız şehir insanın her şeyini etkiliyor. Doğal olan bu. Bir de İstanbul oluca, hem yaşamımda hem de düşlerimde, düşlediğim bir şehir yok. Ancak; normalleşen, mutlu, aydınlık, özgür ve insanların korkusuz, endişesiz yaşadığı bir Türkiye özlemim var. Böyle bir Türkiye'nin her yerinde huzur içinde yaşayabilirim. Şiir yazmasam da olur.

…….

BİR ŞAİR: ARKADAŞ ZEKAİ ÖZGER

Günler Perişan


yırtarak geçiyor kalbimizden
hayatı da törpüleyen zaman şuramızda bir şey var
acıya benzer
umuda benzer
böyle günlerde her şey
hem acıya, hem umuda benzer gün ölümle başlatıyor hayatı
her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
yeni bir cinayetin rontgenini çıkartıyor gövdeme
beynim sabırla keskin
iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir
gelirsede bilinir nerden ve nasıl
böyle ölümün yücedir adı
ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
çünkü ölümün kanıdır besleyen
bir başka baharın tohumlarını
şuramızda bir şey var
bizi onduran bir şey
acıya saran
umudu kuşatan kalbim: kalbim mi desem
var kalbim :yaşayan ben
hayatla, ölümle, cinayetle
gazetelerle, radyolarla, eski üniversitelilerle
eski prof hocalarla
yaşayan ben :geç mi kaldık/ kabul edemem
ah benim sevgili annem
oğlun da elbet yurtseverden
birgün bırakır da sizi yüzüstü
yüzüstü değil :elbette bizüstü
bırakırda kötü sarmaşıkları, yaban güllerini
bırakır da sekizyüzlük hırtları,şunları bunları
giriverir senin sıcacık kucağına
yani hem sana karşı, hem senin için
giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına
ölüm mü dedin annem
ölüm senin gibi güzel annelerin
senin gibi güzel çocuklar feda etmiş
o tarih atlasında
bir kırmızı gül olur ancak
koksun diye çocukların bahçesi şuramızda, tam şuramızda
kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da
bizi yaşatan
günler perişan

………

BİR ÜSTAT: ÜLKÜ TAMER

Ağıt


Bu toprakta kalır adın
Tohumların arasında
Yeşilinde tarlaların
Başakların sarısında

Yıllar geçse de aradan
Kopar gelir ırmaklardan
Işır yine kurşunlanan
Dostlarının yarasında

Günü gelir dağa çıkar
Yıldızlardan şiir çeker
Kanımızı siler yıkar
Suların en durusunda

Bir annedir bir kardeştir
Ovalarda bir ateştir
Sırasında hayat verir
Ölüm saçar sırasında

Bayrak olur bize yarın
Rüzgarıyla ilkbaharın
Dalgalanır genç kızların
Gözlerinin karasında

……….



………..

SANAT VE EĞİTİM

Sanat ve eğitim bu ülkede hiç iç içe oldu mu? Olduysa ne zaman? Çocuklar sevgiyle mi eve gönderildi ödevlerle mi? Şiirle, müzikle, felsefe tartışmalarının ışığında çalışma metodları, edebiyatın ışığında gelişme içinde olan düşünen bireyler yine yaratılabilir. Yine farklı bir açıdan bakılabilir her şeye. Pedagojinin, kaç soru avladığına yardımcı olan alan yerine dostluk ve kişilik alanı olduğu bir sistem ve onun sevdalıları hala bence var. Onlar uzakta da değiller. Sevgiyle, dostlukla, okuyan, idealist öğretmene düşman olmayan öğretmenlerle bu iş bence hallolacaktır. Bence bu iş hallolacaktır. Karanlığa ışık olan tüm öğretmenlere sevgilerimle…

……..