Bakıyorum da nasıl da uzaksın, bakıyorum da nasıl da eskisi gibi… Anlatamadığım bir şeyler var; kendimi alıp gidişlerim ve sonra en çok kendimden kaçan yanımla yine sana sığınan bir çocuk. Öyledir elbette, bir şeyden korkan mesela, en çok o aklında olmaz mı? Yani o hep aklındayken, belki de bu rüzgara kapılmaktır korkunun şiir rengi ve Veysel Çolak öylesine yanındadır ki aşkların, göğün mürekkebiyle sığdırır aşkı kağıda. Edebiyatımızın büyük ismi, üstat Veysel Çolak'a çok sevildiği Eskişehir'den sevgiler, selamlar.

-Veysel Çolak ile söyleşi-

'Şiir, Hayatın ve Karşıtlıkların Diyalektik Toplamıdır!'

-Şiir dili nedir ve bir seçimle başlayan gelişim süreci nasıl işler? Bunun önemini de açıklar mısınız?
Veysel Çolak:
Şiir yazmak, dile çalışmaktır. Çünkü şiir bir dil olayıdır. Türkiye'de bu, nedense tam anlamıyla anlaşılmadı. Şiirler, şiir kitapları üzerine yazlan yazılara bir bakın. Hemen hemen tümünde, içerik saptaması yapmanın ötesine geçilemedi. Özgürlüğü, barışı, doğayı, aşkı, bilmem neyi anlatıyor denildi ve bununla yetinildi. Bu konular / temalar anlatılırken kullanılan dil kendine ilişkin ne anlatıyor diye düşünülmedi. Bir şair konu / tema seçerken özenli davranmalı elbette, çünkü ne demek istediği önemli ama nasıl diyeceği de önemli. Bu açıdan bakınca şunu söyleyebilirim: şair her şiirinde dilin olanaklarını araştırır, o olanakları genişletmeye çalışır. Bu aranış hiçbir zaman bitmez. Şiir dilinin bir başlangıcı var elbette, ama bir sonu yok. Şair dilinin olgunlaşmasından değil de, gelişmesinden söz edebiliriz. Şair, öncelikle, kurduğu dille var olur, anlattığı konularla / temalarla değil. Ortada özgün bir dil yoksa, şiir de yoktur.

-Kendi şiir dilinizi nasıl tanımlarsınız, ilk başlardaki kadar cesur ya da özgür mü diliniz sizce?
V. Çolak:
Şiir yazmaya başlayanlar, başlangıçta, okur-yazar olmayı yeterli görmüş. Bir şiir dili bilinci oluşmadan, örneksemeyle şiirler yazılmış hep. Hala sürüyor bu yanılgı. Bu yanılgıya, başlangıçta ben de düştüm. Dilin olanaklarını, gerektirdiklerini bilmeden yazmak özgürlük değil bence; ama bir cahil cesareti verdiği kesin. Bu açmazın şiir için, şiir dili için büyük katkılar getireceğini sanmıyorum. Önemli olan, dilin bütün inceliklerini bilmek; dile rağmen bir şiir dili yaratabilmektir. İşte bunu gerçekleştirmek, bilinçli bir cesaret ile olabilir. Ben Türkçenin olanaklarına bağlı kalarak yazıyorum şiirlerimi; yeri geldiğinde de bu olanakları genişletmeye çalışıyorum. Şiirlerimdeki dil, karşıtların birliği üzerine kuruludur. Yaşamdaki çelişkiler, şiirlerimde karşıtlık oluşturan sözcüklerle ortaya konuluyor. Şöyle de söyleyebilirim: çelişen anlamların şiirini yazmaya çalışıyorum; bunu yaparken şiir dil'imi de belirlemiş oluyorum. Alışılmamış bağdaştırmaları, söz ve anlam sanatlarını, noktalama imlerini, dil sapmalarını önemsiyorum. Şair dile bağlı / dile rağmen olunca daha özgür oluyor bence. Bu bilinçte olunca, kendimi daha özgür hissettiğimi rahatça söyleyebilirim.

-Edebiyata ilgisi yeni başlayan birisine şiiri tanımlarsanız, neler söylersiniz?
V. Çolak:
Şiir yazmaya koyulanların, öncelikle bir şiir dili bilinci edinmeleri gerekir. Bunu gerçekleştirmek için de kusursuz şiirleri defalarca okuyup şiir dilinin nasıl bir dil olduğunu kavramaları bir zorunluluktur. Bu yapılmadığı için Türkçenin olanaklarının yüzde doksan beşi kullanılmıyor bugün. Ortalıkta dolaşan binlerce şiire bakın, kolayca görülecektir bu açmaz. Ne yazık ki şiirin bir dil olayı olduğu fark edilmiyor. Sorunuzu dönersem: Şiirin genel / geçer bir tanımı yok, olamaz. Çünkü her şiir biriciktir. Her şiir kendi tanımını beraberinde getirir. Yani dünyada yazılmış ne kadar şiir varsa, o kadar şiir tanımı vardır. Ben de yazdığım şiir için bir tanım yaptım nedense. Bence şiir, hayatın diyalektik toplamı, diyalektik karşıtlığıdır. Bana kalırsa bu çerçevelemenin bağlayıcı bir yani var, fena da değil.

-En çok etkisinde kaldığınız şair kimdir?
V. Çolak:
Öncelikle şunu belirlemekte yarar var: konu / tema bağlamında bir etkilenmenin olamayacağını düşünüyorum. Sevdiğiniz bir şair; barışı, savaş karşıtlığını, aşkı, özgürlüğü, alın terini, ihaneti, doğayı vs. şiirlerinde işliyor; siz de işliyorsanız etkilenmiş olmazsınız. Etkilenme dilde, yapıda, biçimde, seste, sözcüklerin ve dizelerin kurgusunda, sözdiziminde, dilsel sapmalarda görülebilir. Böyle bakınca, bütün iyi şairlerden, onların şiirlerinden, şiir dillerinden çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Kısaca, şiir sanatını onlardan öğrendiğimi söylemeliyim. Onlardan öğrendiklerimle, onlara benzememeye çalışarak yazıyorum şiirlerimi. Bunu başarırsam, onlara olan borcumu da ödeyebileceğimi düşünüyorum. Öte yandan borç büyük, ödenecek gibi değil. Bu nedenle aranıyor ve durmadan yazıyorum, şiir sanatı üzerine düşünüyorum.

-Şair kadınlar sizce bu coğrafyada nasıl bir duruşa sahipler, sizce onların toplumsal sorumlulukları daha fazla mı?
V. Çolak:
Çarpık kapitalist toplumlarda kadın, erkek, çoluk çocuk herkes sömürülür, ezilir, yok sayılır. Türkiye'de feodal kalıntılar nedeniyle kadınların iki kat fazla haksızlığa uğradığı, sömürüldüğü, yok sayıldığı sosyolojik bir gerçekliktir. Bu durum, şair kadınların durumunu da açıklıyor bir bakımı. 1923 yılına gelindiğinde Divan şiiri, Tanzimat şiir, Servet-i Fünun şiiri, Fecr-i Ati şiiri dönemlerinden 12 şair kadının edebiyat tahinde yer alması; olumsuzluğu yeterince açıklayıcı değil mi? 1923 sonra kadınların şiir ilgisinin ise, 'şair kadınların annesi' olarak anılan Halide Nusret Zorlu Tuna ve Gülten Akın'la başlaması da açıklayıcıdır. Yani kadınlar entelektüel yaşantının dışında tutulmuştur hep. 1980'den sonra şiir yazan kadınlar bir hayli çoğalmıştır; ama yapmak zorunda oldukları çok iş, gidermek zorunda oldukları çok sorun var. Öncelikle eşit, toplamsal bir özne olduklarını kabul ettirmek durumundalar. Erkek egemen kültürü yok etmek gibi kesintisiz bir savaşım vermek zorundalar. Şiir yazarken, şair erkeklerden öğrendikleri şiir dili parçalayıp kendilerine özgü şiir dilini örgütlemek gibi olmazsa olmaz bir görevleri var. Bunların gereğini yaptıklarını, gerekli kavgayı verdiklerini düşünüyorum. Erkeklerin duyarsızlığı onların yalnız kalmasına neden oluyor. Böyle baktığınız zaman şair kadınların işi hiç de kolay değil.

-Başucu kitaplarınız nelerdir?
V. Çolak:
Benim için başucu olan kitaplar o kadar çok ki sayılacak gibi değil. Ama şöyle çerçeveleyebilirim: Bütün sözlükler (deyimler sözlüğü, atasözleri sözlüğü, terimler sözlüğü, denizcilik terimleri sözlüğü, uyaklar sözlüğü...), çiçekleri anlatan kitaplar, dil bakımından şiir dili yüklü roman ve hikayeler, karikatür kitapları, resim ve fotoğraf derlemeleri, heykel sanatını anlatan kitaplar, toplumbilim kitapları, deneme türü kitaplar, elbette dil olayı yaratmış şairlerin şiir kitapları... Böyle olmak zorunda. Çünkü şiir yazmak, bu genişlikte kültürel beslenmeyi zorunlu kılıyor.

-En çok etkilendiğiniz film hangisidir ve en sevdiğiniz müzisyen kimdir? Sinemanın ve müziğin sizin için ayrı bir yeri var mı?
V. Çolak:
Etkilendiğim, önemsediğim çok film var. Bendeki yeri vazgeçilmez olan birini anayım burada: Amerikalı yazar Susan Eloise Hinton'ın romanından sinemaya uyarlanan Francis Ford Coppola'nın çektiği 'Siyam Balığı' (1983); benim için kare ası oluşturan filmlerden biri. Sinemayı, elbette çok önemsiyorum. Sinema, dilini şiirden öğrendi. Şiir, sözcükleri kurgular. Bunu fark edince, sinemacılar da görüntüleri kurgulamaya başladı. Yani sinema, dilini şiirlerden öğrendi. Bugün şiirlerin dilenden daha güçlü bir dili var sinemanın. Bir şairin sinema dilinden öğreneceği çok şey var şimdilerde. Şair, sinemaya verdiğini fazlasıyla geri almak durumunda. Düşünülmesi, üzerine çalışılması gereken bir konu. Şiirin temel öğelerinden biri de sestir. Nazım Hikmet'in deyimiyle, her şiirde bir orkestra olmalıdır. Bu açıdan bakınca, bir şair için müzik vazgeçilmezdir. Elbette, benim için böyle.

-Roman sizce şiirden farklı bir yerde mi? Sizce bir roman yazarı ile bir şair arasındaki fark en çok hangi detaydır?
V. Çolak:
Şiir ve roman, sanat disiplini bakımından, elbette farklı. Şair ile romancının farkı da bu disiplinlerin gereğini yapmakta açığa çıkıyor.

-Son olarak şiirin tarihsel anlamda gelişim süreci sizce olumlu yönde mi ilerledi yoksa evrensel sorunlar şiire darbe vurdu mu?
V. Çolak:
İsrail başbakanlarından Moşe Dayan Filistinli şair Fetva Tukan'ın her şiirinin, Filistinli on gerillaya bedel olduğunu söyler. Hitler'in sağ kolu Joseph Goebbels ise, bana kültürden, şiirden söz etmeyin, silahımı çekerim diyerek, şiirin karşısına silahı koyar. Karl Marx 'Kapitalizm sanata, özellikle şiire düşmandır.' saptamasını yapar. Anlaşılacağı üzere şiir, bireylerin ve toplumların hayatında belirleyici bir güce sahiptir. Şiir, çelişkisi yoğun olan toplamlarda önemli kültürel bir besindir. Bu besinden payını alamayan bireyler ve toplumlar gelişemez. 'Gölgesini satamadığı ağacı kesen' kapitalizm; şiirin gölgesini de satamadığı için, onu yok etmeye koyulmuştur. Bu bilinçte olunmayınca şiirin hep ileriye olan gelişimi yavaşladı. Toplumsal / evrensel sorunların yoğun olması şiiri besler. Dünyadaki çelişkiler, şiir için hiçbir dönemde olmadığı kadar önemli ve verimli olanaklar sunuyor şaire. Yani dünyada hayat sorulu, bunun karşısında şairin sorumlu olması beklenir. Galiba olmayan bu.

……..

FELSEFE: MARTIN HEIDEGGER

Heidegger'e göre Sokrates öncesi felsefecilerden Parmenides, Heraclitus ve Anaximander ilk öncelikle Varlığı düşünenlerdir. Bu düşünürler Varlık nedir sorusunu dolaysız ve öncel bir biçimde sordular (- Fakat Sokrates sonrası düşünürler, varlık sorusunu (Seinsfrage, the question of Being) ikinci planda ele aldılar. Bu yüzden felsefenin konusu olan Varlık nedir sorusu, yerini var olan nesneler ve objeler nedir sorusuna bırakmıştır. Sonuçta Plato ile başlayan İdealar dünyasının görünüşler dünyasından ayrımı, Varlık ile nesneler arasındaki ayrıma yol açtı. Bu ayrım felsefenin başlıca konusu olan Varlık bilminin (Ontolojinin) değer yitirmesine neden oldu. Heidegger'e göre felsefenin amacı temel ontolojidir (fundamental ontology). Bundan dolayı, temel ontoloji geleneksel metafiziği ve felsefeyi yıkıp, Varlığın anlamı nedir sorusunu cevaplandırabilecek tek bir inceleme ve araştırma alanı olmalıdır. Çünkü felsefe tarihi, Heidegger'e göre, 'Varlık nedir' sorusuna geleneksel ve metafiziksel bir yaklaşımla yanlış açıklamalar ve yorumlamalar getirmiştir. Böylece felsefe tarihi, yerini geleneksel Aristo metafiziğine bıraktı. 'Varlık' nesnelerden ve Varoluş existence) ise 'öz'den ayrıldı. Bu ayrımlaşma sonucu bu kavramlar açık bir niteliği olmayan varsayımların etkisinde kaldı.