'Türkiye'nin cesur kalemi' Uğur Mumcu 27 yıl önce Ankara'da otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu yaşamını kaybetti.
Cinayetin üzerinden 27 yıl geçse de olay hala tam aydınlanmadı. Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'yu ziyaretleri sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, 'Cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğunu' ifade etmişlerdi. Ama hiçbiri 'duvardan bir tuğla çekmeye' yanaşmadılar.


SÖZDE İSLAMİYET VE YAPAY MİLLİYETÇİLİK
1980'lerin ikinci yarısında Rabıta ile başlayan ve Hizbullah ile sürdürülen sözde İslami yapılanmanın yanı sıra; 'üfürülen' etnik milliyetçilik rüzgarları ile PKK palazlandırıldı.

Hayali ihracatlar, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, Papa'ya yapılan suikast, terörist başı Apo'nun 'ikili' karanlık ilişkileri, 'tarikat, siyaset, mafya' bağlantıları Mumcu'nun masasındaki dosyalardı. Bu dosyalar 'fincancı katırlarını' ürkütüyordu.
1991'de Silopi'de 'insani yardım amaçlı(!)' konuşlanan 'Çekiç Güç'ün asıl amacını Mumcu gibi birçok kişi çok iyi anlamıştı.
İşte 'faili meçhul' cinayetlerin sayısı tam da bu noktada artmaya başladı. Emperyalistler ve işbirlikçilerinin Türkiye üzerindeki planlarını çözen yurtsever gazeteciler, yazarlar, asker ve polisler bir biri ardınca yok edildiler. Bu hain suikastlar, her türlü demokratik oluşumu ezen askeri darbeler için ortam hazırlayarak, toplumun gittikçe 'dinci ve otoriter' kesimlerin etkisine ve denetimine girmesine yol açtı.
Uğur Mumcu 1993 yılında, 'Tarikatlara ve cemaatlere alınan genç çocuklar, 30 yıl sonra general vs. olacaklar ve Cumhuriyete karşı ayaklanacaklar' diye yazmıştı.
Uğur Mumcu'nun bu sözleri 'hiçbir iktidar' tarafından dikkate alınmadı.

KÜRT SORUNU NASIL ÇÖZÜMLENİR?
Mumcu daha o günlerde, oyunun Türkiye'deki senaryosunu ve figüranlarını açıklarken şöyle diyordu;
'Kürt sorunu, ülke topraklarından parçalar kopararak değil, din ve mezhep ayrımlarını silahlı çatışmalarla körüklemekle değil, ABD ve CIA destekli Kürtçülükle değil, Edirne'den Ardahan'a, Ağrı'dan İzmir'e, Diyarbakır'dan Antalya'ya kadar her yerde 'insan haklarına saygıyla' çözümlenir.
Türk'ü Kürt'e, Kürt'ü Türk'e, Alevi'yi Sünni'ye düşman eden bu emperyalist siyasetin Türkiye'ye neler getireceğini görmemek için kör ve sağır olmak gerekir. Ya da 'gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olmak!'

UĞUR MUMCU'NUN 'LİBOŞLARI'..!!
Özel yaşamında güler yüzlü, şakacı kimliği ile anımsanan Uğur Mumcu'nun siyaset dünyasına kazandırdığı 'Liboş' kavramından günümüzde de sıkça söz edilir.
Uğur Mumcu, bir zamanlar soldayken sonra, sözde liberal kanada geçip, egemenlere yaranmak için 'çıkar karşılığında' eski düşüncelerinin tam tersini savunan ve bununla birlikte Atatürk İlke ve Devrimleri, Cumhuriyetin kazanımları gibi değerlere saldıran fırıldakları 'liboş' olarak tanımlamıştı.
Mumcu birçok konuda olduğu gibi bu konuda da haklı çıktı. O günden bu yana 'liboşların' sayısı daha da arttı.

SUSMAK YA DA SUSTURULMAK..!
Uğur Mumcu, Abdi ipekçi, Muammer Aksoy, Cavit Orhan Tütengil, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu, A. Gaffar Okkan gibi birçok aydın insanımızın öldürülmeleri, amaçsız bir terör saldırısı ya da tesadüfi bir cinayetler zinciri değildi.
Bu insanlar karanlık ihanet çetelerinden, soygunculardan arınmış, barış içinde insanca yaşanan, demokratik ve laik bir Türkiye istiyorlardı. Ne yazık ki ödülleri haince katledilmek oldu.
Onları sadece özlemle, sevgiyle, saygıyla anmak yeterli olur mu? Bence Fazıl Say'ın sorduğu bir soruyu da sormalıyız kendimize;
'Susmak' ile 'susturulmak' insanın kendi hayat çizgisinde prensipte aynı sonuca varıyor. Soruyorum; hangisi daha onurlu?
Onlar susmadılar…
Siz ne dersiniz?