ULUS ve DEVLET

Bir Avuç Devrimci Kadro
'Devrim' olgusu ister istemez kökten bir davranışı, o da bir tepkiyi, beraberinde toplumsal bir direnci de tanımlar. Her devrimin bir karşı devrimi olacaktır elbette. Tarihsel gelişim ve değişim, diyalektik karşıtlıklar içinde gerçekleşir. Türk devriminin tarihte çok büyük güçlükler içinde gerçekleşmiş devrimlerden biri olduğu çok açıktır. Atatürk'ün, aynı zamanda bir diplomat, bir asker, bir stratejist olarak büyüklüğü buradadır. İçeriden ve dışarıdan büyük bir düşman koalisyonu ile karşılaşan bir hareketin, aşamalı ittifaklar çerçevesinde, giderek büyüyen bir cephe tabanında adım adım zafere ulaşması, evrensel bir başarı örneği olarak da takdir edilmelidir. Çünkü bu sürecin devam ettiği açıktır. İttihatçıların dönüştürdükleri ve erezyona uğrattıkları 'Türk' olgusu, 1930'larda yeni ve taze bir saygınlık kazandıysa, bu başta, Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, bir avuç devrimci kadronun eseridir.

İrtica Denilen Bela
Mustafa Kemal Atatürk, her devrimin bir karşı devrimi olduğunu bilmektedir elbette. Bu konuda 1923 yılı başlarında yaptığı bir konuşmada şunları söylemektedir ;
' Milletimiz, üç buçuk senelik bir zamana sıkıştırılması imkanı olmayan çok büyük bir inkılabın amili olmuştur. Gerçekten asırlardan beri tabi olmaya alıştığımız bir idare şeklinin haricine çıkarak dünyada benzeri bulunmayan bir devlet kurduk. Fakat bu yeniliğin mutlaka karşı (makus) bir hareketi icabettireceğini hatırımızdan çıkarmamak lazımdır. Bu harekete özel tabiriyle 'İRTİCÂ' derler. Yaptığımız işler ve aldığımız neticelere göre bu gibi irticaî hareketlere her vakit intizar olunabilir. Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem olur. Kansız inkılap ebedîleştirilemez. Fakat biz bu inkılaba vasıl olmak için lüzûmu kadar kan döktük. Bu kanlarımız, yalnız muharebe meydanlarında değil, aynı zamanda memleketin dahilinde de döküldü. Biliyorsunuz ki Hendek'te, Bolu'da, Konya'da, Yozgat'ta vesair memleketimizde birçok isyanlar vuku'a geldi. Bunların hepsi tenkîl edildi. Şayan-ı temennîdir ki bu dökülen kanlar kafî gelsin ve bundan sonra kan dökülmesin. Mes'ut inkılabımızın aleyhinde fikir ve his taşıyanları tenvîr ve irşad (aydınlatmak) etmek münevverlere (aydınlara) düşen milli vazifelerin en mühimi ve en birincisidir.'
Bu konuşmasında Atatürk, her devrimin mutlaka karşı bir hareketi doğuracağını söylemekte ve başvurulan şiddeti de, 'karşı şiddet' sınırları içinde düşünmektedir. Diyalektik bir sonuç olarak; karşı devrim ve karşı şiddet kaçınılmazdır.

Suikastler
Devrimlerin, devrimcilerin kimliğinde kana boğulması girişimlerinin toplumsal tarihimizde birçok örneği bulunmaktadır. 'Türk Devrimi'nin de Mustafa Kemal'in şahsına yönelen suikastler içinde geliştiğini görürüz. Atatürk'e suikast tasarıları daha Samsun'a gitmek üzere Bandırma vapuruna bineceği sırada başlar. Vapurun Karadeniz'de batırılacağı söylentileri, daha o sıralarda kendisine söylenir. Atatürk bu konudaki anılarını anlatırken gerçek bir lider olduğunu, vatan sevgisinin ne demek olduğunu açıkça gösterir ;
'Bu ihtimal mantîkî idi. Ancak benim için yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerimi yapmaktan men'edilmek, hepsi ölmekle müsavî idi'
Devrim derinleştikçe ve onun ulusal egemenliğe dayanan özü ortaya çıktıkça suikast girişimleri de artmış ve ciddileşmiştir. Daha Amasya Tamimi'nden itibaren ulusal egemenlikle, ilahi egemenliğin, dolayısıyla saltanat ve hilafetin uyuşamayacağı anlaşılmıştır. Atatürk'e en büyük saldırılar hilafetin kaldırılması, daha doğrusu bu yöndeki gidişatın sezilmesiyle başlar. İngiliz emperyalizmi bu konudaki rahatsızlığı ve tehlikeyi, zamanında görmüş ve daha 1921 Mayısında bir ajanını, Mustafa Kemal'i öldürmekle görevlendirmiştir. İngiliz istihbarat örgütüne bağlı olan ve 'Mustafa Sagir' takma adını taşıyan bu ajan tanınmış bir Hintli Müslüman aileye mensuptur. Ailesinin isminin gizlenmesi karşılığında İngiliz emperyalizminin tüm oyunlarını açıklayan Mustafa Sagir, daha önce Mısır ve İran'da çalışmış, Afganistan'da da bir Emir'i öldürmüştür. Davayı izleyen ve onun 'Oxford İngilizcesiyle kaleme alınmış' itiraflarını okuyan bir Fransız gazeteci ; ' Bu, İslam camiası önünde İngiltere'nin Doğu politikasının tümünün yargılanmasıydı' demektedir. Yazara göre, Sagir'e 'Hindistan Hilafet Komitesi', İngilizlerle işbirliği sağlamak için 10 milyon sterlin vermiştir. Bunun bir buçuk milyonu Roma'da bulunmaktadır. Anlaşma halinde hemen Mustafa Sagir'e verilecektir. Mustafa Sagir'in planını Sovyet istihbaratı İstanbul'da öğrenmiş ve Türk yöneticilere iletmiştir. Daha da çarpıcı ve üzücü olan, bu politikayı, Sultan ve Damat Ferit'le işbirliği halinde bir İngiliz subay topluluğu yönetmektedir.

Halifelik Tartışmaları ve Değişim Zorunluluğu
1922 sonlarında Halifeliğin kaldırılması gündeme gelince, Atatürkçü saflar arasında da bölünmeler başlar. Bu bölünmeler, bazı araştırmacılara göre ; inanç ayrılıklarından, bazılarına göre ; kişisel rekabet ve çekememezliklerden, bazılarına göre de ; sınıfsal çıkarlardan kaynaklanmaktadır. Bazı araştırmacılar da bu etkenlerin tamamının bölünmelere sebep olduğunu vurgular. Yalnız dikkati çeken nokta, daha sonra, 'Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası' adı altında örgütlenecek olan muhalefet akımının en önde gelen isimlerinin bu aşamada hilafetten yana tavır almalarıdır. Bu muhalefet kendini, hilafetin geleneksel işlevi ve 'manevi hazine' oluşu fikriyle savunmaktadır. Ayrıca hilafet, Türklerin elinden çıkarsa, 5- 10 milyonluk Türk Devleti'nin 'Âlem-i İslam'da, hiçbir önemi kalmayacağı' görüşü de ileri sürülmektedir. Bunun dışında Atatürk'ün şahsı için de ; 'diktatörlüğe' gidiş tehlikesi açıkça yazılmakta ve 'Hakimiyeti Milliye İdaresi'nin de sarsılacağı söylenmektedir. Daha kongrelerdeki başkanlık seçimlerinde, Atatürkçü kadrolar arasında başlamış olan bu kutuplaşmanın, toplumsal karşılığının telafisi çok zor olabilecektir. Siyasal egemenlikten ayrılmış bir hilafetin bile sonunda bir iktidar merkezi haline geleceği açıktır. Ayrıca Abdülmecid gibi aydın bir halife dahi daha görevinin başlangıcında bazı çok önemli isimlerin desteğini arkasında hissetmiştir. Abdülmecid'in kısa hilafeti, halifeliğin, o makamı işgal eden kişinin öznel amaçlarını aşan, nesnel bir işlevi olduğunu ortaya koymuştur. Hilafet, Türk Devrimi'nin tasfiye etmekle yükümlü olduğu Osmanlı oligarşisinin ve siyasal-dini ruhbaniyetinin en önemli simgesidir.

Osmanlı Oligarşisi
Atatürk, Osmanlı oligarşik yönetici sınıfını tasfiyeye yönelik devrimci hareketinde, radikal bir tarih yorumuna paralel olarak, Hilafeti kendi ideolojik algı ve birikimi içinde de etkisizleştiren bir yönteme başvurmuştur. Bu amaçla çağdaş düşünceli ulema ve düşünürlerden oluşan bir komisyona uzun bir rapor hazırlatır. Gazalî, Buharî, Nesefî, Maverdî, Taftazanî ve Davvanî gibi İslam klasiklerine dayanarak, Halifeliğin ulusal egemenliğin üstünde olamayacağı fikrini ortaya koyar. Fakat bu da çeşitli nedenlerle hilafetten yana olanları yatıştırmaz ve kavga derinleşir. Hilafetin kaldırılmasından bir yıl önce, İttihatçılara da karşı olan bir milletvekilinin yazdığı satırlar günün sosyal ve siyasal ortamını çok iyi yansıtmaktadır;
'Paşa'nın İttihat ve Terakki ile anlaşıp anlaşamama meselesi hala bir sarahat ve vuzûh iktisab edemedi. İttihatçılar pek esnek adamlardır. İcabında her şekle girebilirler. Bununla birlikte bugün Paşa İttihatçılarla birleşirse akıbet bir Mahmut Şevket Paşa olmaya mahkumdur. Zamanı geldi mi İttihatçılar onu bir engel görerek istiskal edip bir tarafa atarlar veya bir kurşun ile yok ederler.'
Gerçekten de Lütfi Fikri Bey'in görüşleri doğru çıkar, sınıfsal bir muhalefet, birkaç yıl sonra Atatürk'ü 'bir kurşunla yok etme' girişiminde bulunacaktır. Dersim milletvekilinin gözlemi, İzmir Suikasti'nin, sadece Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasıyla açıklanamayacağına tanıklık eder adeta. Traji-komik olan; Atatürkçü rejimi bir 'diktatörlük' olarak eleştirenler, O'nu öldürmeye çalışanların 'demokrat' olduklarını ne kadar savunabilirler ? (Devam Edecek).