İnsan doğar ve büyüdükçe içine doğduğu coğrafyasını sevme rengiyle sarılır hayata. Hayatı öğrendikçe karşısına çıkan her şey onu kendisi yapacak adımlardır aslında ve gördüğü zulümler, haksızlıklar ve acılar onun içindeki sızıya müphem izler bırakır. Bazı insanlarda bu arayış, belki hiç bitmeyecek bir kabusa ya da engin bir devinime dönüşecektir; ancak içindeki yangın ellerine vurur, okyanus renkli mürekkebi en çok emekçilerin sancısını taşır, bununla sızlar. Arife Kalender, bu insanlardan bir kalem. Coğrafyamızın en büyük şairlerinden olan, bol ödüllü, bol okurlu üstatla 'edebiyat ve hayat' hakkında söyleştik. Beni kırmadan Sonhaber Gazetesi için, bir yerel gazete olmamıza rağmen, birçok ulusal medyadan daha evrensel bir duruşla; en çok kültür ve sanata, ayrıca her anlamda daha iyiye hizmet eden gazetemiz için kabul ettiği için teşekkür ederim. Kendisine çok sevildiği, çok okunduğu Eskişehir'den sevgiler, selamlar...

1-Öncelikle sizi daha önce okumamış, üniversitede edebiyat birinci sınıf öğrencisine kendinizi birkaç cümlede nasıl anlatırsınız?
A.K:
Bilmem, konuşacağım şey öncelikle edebiyat olurdu herhalde. Çünkü edebiyat benden önce vardı, sonra da olacak. Edebiyatı tanırsa, beni de günün birinde tanıyabilir belki!

2-Yazmaya başladığınız dönemle şu anı nasıl kıyaslarsınız, dilimiz gelişim içinde diyebilir misiniz?
A.K:
Bizim kuşağın dil bilinci çoğunlukla yerinde, ama gelecek kuşakların sözcük dağarcığı azalacak diye korkarım. 1970'lerde yazmağa başladığımda, kuşağımdaki şairlerin başka şairleri öğrenmeye büyük açlığı vardı. Okur, araştırırdık. Dergilerin, ürün yayınlatmanın coşkusu ve korkusunu yaşardık. Şimdi yaşamdaki birçok değer gibi, dil de kuşatmalar altında. Kitap okunmuyor. Bir de TV kültürü var. Çocuklar elli sözcükle konuşuyor…

3- İlk eserlerinize baktığınızda değişimi nasıl görüyorsunuz? Eserlerin ortaya çıktığı dönem, eserler üzerinde ne gibi bir etkiye sahip sizce?
A.K: Dönemlerin siyasi, ekonomik ve ruhsal olarak şair ve yazar üzerinde önemli etkileri var. Örneğin, yetmişli yıllarda siyasi, toplumcu söylemler, kavga şiirleri öne çıkarken; günümüzde, yaşadığımız süreç gereği mutsuz, yalnız, kırılgan, hüzünlü, umutsuz bireyin şiiri yazılıyor. Yanımızdaki savaşın, göçlerin etkisi de az değil.

4- 'Dört İsmail Bir Leyla' kitabınızı hiç okumamış birisine nasıl özetlersiniz? Öykü yazmaya nasıl başladınız? Şiir ve öykü yazın türleri sizde ne kadar farklı yerlere sahipler?
A.K:
Sevgili Gencer özetleyemem, özetlenmez. Okunması gerekir. Uzun yıllardan beri ara ara şiirden taşanları öykü olarak yazıyordum zaten. Ancak şiirdeki sesimi olgunlaştırdıktan sonra edebiyatın farklı alanlarına (Deneme, gezi, anı, öykü, inceleme ve çocuk edebiyatı) yöneldim. Her yazı türü, biçimini de zamanını da kendisi belirler. Kimisi beni 'öykü olarak yaz' derken, öteki şiir olmayı ister. Ben de kırk beş yıl şiire emek çektikten sonra, şiirin öykünün ne olup ne olmadığını anladıktan sonra 'Dört İsmail Bir Leyla'yı yazdım. Bilindiği gibi, Tekin Yayınevi'nden çıkan bu kitap, ÇYDD'nin Türkan Saylan ödülünü aldı.

5- Başucu kitaplarınız hangileridir?
A.K: Edebi değeri olan yerli, yabancı her kitap.

6- En sevdiğiniz müzik tarzı nedir? Müziğin edebiyat çalışmalarınızda nasıl bir yeri var?
A.K:
Ağırlıklı olarak türküler olmak üzere nitelikli tüm müzikleri dinlerim. Söz ağırlıklı olduğu ve Anadolu insanının yaşam felsefesini gösterdiği için de türkülerden beslenirim.

7- Çalışmalarınızda her zaman mükemmeliyetçi misinizdir? Bazen yazmakta zorlandığınız dönemler oluyor mu?
A.K:
Yazmakta çok zorlanmadım bu güne değin. Yaşam yazılacak şeylerle dolu. Sesler, biçimler, renkler, temalar… Bir yapraktan koca bir roman, bir damladan destanlar yazılabilir. Yeter ki yüreğin derinliği, beynin dolaşımı sağlıklı olsun! Sanatın % 30u farklı duyarlık ve algılamaysa %70'inin emek olduğunu düşünmüşümdür. Hiçbir şey esin yoluyla gelip sanatın orta yerine oturmaz. Sanatçının dışarıdan beslenerek kendi içinde sürekli kazılar yapması gerekir. Yoksa esin dediğimiz şey bir tutam alevdir, kullanırız biter. O ateşi bilgiyle, bilinçle, farklı bakışlarla besleyip büyütmek gerekir ki bu da her an şiiri, öyküyü düşünmekle olur. Bugüne değin koynuma dize almadan uyumadım. Ayrıca şiir kıskançtır. Bir süre onunla ilgilenmeyin, küser gider! Her zaman şairin beyni, yüreği şiirin emrinde olmalıdır. Ara verdiğiniz zaman, sizi acemi şair konumuna sokar. Yazarın kaleminin yazdıkça açıldığını gözledim. Edebiyatı her zaman günlük yaşamda ön sıraya koydum. Yani yazmaktan başka yaşam bilmiyorum diyebilirim.

8- Popüler kültür ve edebiyat ilişkisini sormak istiyorum size; popüler kültürün gençlerin üzerinde etkisi ve bunun edebiyata yansıması hakkında neler söylersiniz?
A.K:
Bu konuda çok şey söylendi, söyleniyor. Bilindiği gibi, edebiyat ekonomiye bağlı bir kurum. Altyapı sağlam değilse kültürel yavanlıklar ve yönlendirmeler de alıp başını gider. Sömürü sistemlerinin ilk işi genç beyinleri uyuşturmak olduğuna göre, edebiyat gibi yaşamsal bir olguyu onlardan uzak tutmak işlerine gelir. Bizler dayatmalara yazarak direniyoruz. Yazmak ' insan' kalmamı sağlıyor.

……..

YAZI NEREDE?: AYDİN ŞİMŞEK

'Sayın yazar, bu mektubu size olan hayranlığımdan değil, yalnızca sizin kıt hayal gücünüzün ve cılız yaratıcılığınızın bende uyandırdığı acıma duygusuyla yazıyorum. Hiçbir şaşırtıcılığı olmayacak kadar gerçeğe benzeyen yazılarınızda, okur asla daha önce okumadığı bir şey bulmuyor.'
(Yürüyen Kelimeler, Eduardo Galeano)

Bu alıntı, yazıya ve yazara ilişkin birçok sorunu işaret ediyor. Yazdıklarımızın değerli metinler olması için, dilin içinde kalarak ve dilin içerisinden bakarak kimi anlatım teknikleri gerçekleştirmeliyiz. Edebi dil kurarak yazıyor olmaktan yola çıkarak, yazar olmaya doğru yol alınabilir. Yoksa oluşturulan her metin edebi-estetik metin olmayacaktır. Her şekilde yazıyor olmayı, edebi metin oluşturmak sanısı yanılgıdır. Bir yazı girişimini, edebi metin olarak kotarmak oldukça zahmetli ve karışık bir süreçtir.
Roman, öykü, masal, şiir, deneme, anı, günce, hikaye, drama, komedi, biyografi, otobiyografi vs. gibi birçok edebi biçimler var. Ve her biçim aslında edebi bir tür olarak yorumlanabilir. Yazar yöneldiği tür içinde, zamana bağlı olarak çeşitli evrimler geçirir. Türün inceliklerine ulaştıkça, biçimsel arayışlar çoğalır ve giderek o türün içerisinde, yazarın biricikliği duyumsanmaya başlar. Aynı türden ürün veren diğer yazarlarla farkını, bu biricikliği sağlar. Her yazarın tözü metne taşınıyordur çünkü. Aynı konuyu yazmayı amaç edinen yazarların birbirinden farklı yazması, yazarın kendisini yazıyor olmasındandır. Yazarın biricikliği ise onun üslubudur. Daha başından bilinmelidir ki yazar, üsluptur. Yazar olmanın neredeyse önkoşuludur bir üslup edinmek. Yoksa herkes yazabilir ve yazıyordur da. Ama yüksek edebiyat açısından bu tür yazanlara yazar değil de, on parmak klavye deniyor. Bu zavallılar önlerindeki kağıda derinliği olmayan, çok okumalı ve katmanlı olmayan düz, sıradan şeyler karalıyorlar. Bir satıh onlara yetiyor.
William Faulkner, 'Sanatçının hiçbir önemi yoktur. Yazdığı önemlidir, çünkü söylenecek yeni hiçbir şey yoktur. Shakespeare, Balzac, Homer hep aynı şeyler hakkında yazmışlar ve iki bin yıl daha yaşasalardı yayıncıların başka bir yazara ihtiyacı olmazdı'' diyor Roman Sanatı adlı denemesinde. Öyleyse daha yolun başında yazar adayının tüm söyleyecekleri öncesinde denenmiş ve söylenmiş şeyler olabilir. Bu bakımdan giderek yazar, nasıl söyleyeceğine ilişkin bir dil arayışı içinde olur, olmalıdır.

……..

BİR TABLO: GUERNICA
……..

BİR HEYKELTIRAŞ: MICHELANGELO

İtalyan ressam, heykeltıraş, mimar ve şair Michelangelo di Lodovico Buannarotti, Leonardo da Vinci ile Rönesans'ın en önde gelen kişisi kabul edilir.

Michelangelo daha 13 yaşında fresk boyamayı öğrenmişti. Floransa'da Medici Bahçesi, heykel okuluna devam etmiş ve Lorenzo de Medici (1449-1492) hamisi olmuştur. Lorenzo 1492'de ölünce Michelangelo Bologna'ya gitti, oradan da 1496'da Kardinal San Giorgio tarafından Roma'ya çağırıldı. Roma'da eski kalıntıları inceledi ve St. Peter Kilisesi için mermer Pieta'yı (İsa'nın cesedini tutan Meryem Ana) yaptı.1501'de Floransa'da görkemli mermer Davud heykelini yaptıktan sonra yine Roma'ya dönüp Papa II. Julius'un (1443-1513) mezarını yaptı. Yaşamının son 30 yılını Roma'da çoğunlukla Şistine Şapeli'nin muhteşem tavanını resimleyerek geçirdi.