Adıyaman'ın Kahta ilçesinde çalıştığım yıllarda dikkatimi çeken bir şey olmuştu.
En gözde meslek, buna meslek demek doğru mu bilmiyorum, en yaygın iş, üç tekerlekli bir arabayla sokaklarda ya da bir meydanda diğerleriyle yan yana durup sebze satmaktı.
Varsa böyle bir hünerin, işsiz sayılmazdın.
Orhan Kemal'le Yaşar Kemal de İstanbul'da böyle bir işe niyetlenmişler zamanında.
Orhan Kemal, Yaşar Kemal'e;
'Üç tekerlekli bir araba alalım. Biraz da karpuz alıp bu üç tekerlekliyle sokaklarda satalım. Sen iri yarı, güçlü kuvvetlisin; arabayı itersin. Ben de 'karpuz karpuz' diye bağırırım,' demiş.
Ertesi gün, tam hatırlamıyorum hangisinin gelmediğini ama ikisinden biri sözleştikleri yere gelmemiş.
E tabii bu iş de kolay bir iş değildir. Sokaklarda bağıra bağıra ekmek parası kazanmak!...
Mecbur olmasa kimse kendine böyle bir iş seçmez! İş yok, aş yok, ekmek yok…
Kahta'da, üç tekerlekli bir araban da yoksa duvar diplerinde iki üç kişiyle bir araya gelip yere çömelerek beş taş oynarsın.
Doğrusu, yanlarına yaklaşıp bakmadım hiç, beş taş mıydı yoksa başka bir oyun muydu oynadıkları?
Yaşlı başlı adamlar o garip çömelme hareketiyle yere çömelip çakıl taşlarıyla, yere çizdikleri şekiller üzerinde benim bilmediğim garip bir oyun oynuyorlardı işsizlikten, ellerinin boşluğundan.
***
Diğer şehirlerde de farklı bir durum yok aslında.
Şehir merkezinden uzaklaştıkça, kenar mahallelere doğru gittikçe kahvehane sayısı artar.
Beş on adımda bir kahvehane vardır.
Buralardaki, sabahın köründe gelip bütün gün çay içip sigara tüttüren, geleni geçeni izleyen tayfa, ya asgari ücretli bir işten emekli, evde ayakaltında dolaşması istenmeyen yaşlılar ya da işsiz, mesleksiz, denk gelirse günübirlik işlere giden kişilerdir.
Kenar mahallerde, mahalle kahvelerinden sonra gelen en yaygın iş yeri de pide, lahmacun fırınlarıyla menü listeleri bir iki çeşit çorbayla birkaç çeşit yemekten oluşan, sineklerin uçuştuğu esnaf lokantalarıdır.
Geçtiğimiz günlerde bu lokantalardan birinin önünden geçerken yaşlı bir adamı, elinde bir litrelik cam kavanoza doldurulmuş çorbayla çıkarken gördüm.
Bir elinde baston, diğer elinde çorba kavanozu…
Kavanozu bir poşete ya da yanında getireceği bir çantaya bari koysaydı…
Yok!
Yaşlı adamdaki öyle şiddetli bir perişanlık ki…
Ve büyük ihtimalle eve götürüp karnı doysun diye yanında yarım somun ekmek yiyeceği çorba hem öğlen hem akşam yemeği olacak.
***
Yahya Kemal geldi aklıma o yaşlı adamı görünce.
Hayatının son on dokuz yılını, Beyoğlu'ndaki Park Otel'de yalnızlık ve perişanlık içinde geçirdi Yahya Kemal.
Beş yıl 75, on dört yıl da aynı otelin 165 numaralı odasında tek başına yaşadı.
Arkadaşı Sermet Sami Uysal'ın anlatmasına göre, odası hep darmadağınmış.
Gömme dolabın yanında üst üste konmuş bavullar. Bavulların üzerinde kitaplar, gazeteler, edebiyat dergileri, edebiyat dergilerinin tepesinde içindekiler yenmiş boş pasta kutuları...
Odanın orasında burasında kimisi boş kimisi dolu maden suyu şişeleri…
Ortalıkta sigara paketleri, kibrit kutuları, kalemler…
Tuvalet masasında, onlarla ne yaptığı anlaşılamayan çok sayıda küçük makaslar, pas tutmuş çakılar, kolonya şişeleri…
Ve bir de işte oburluk, boğazına düşkünlük belası!
Her sabah altı otuzda uyanıp zar zar zile basarak kahvaltı istiyormuş.
Kahvaltı için getirilenleri yiyip içtikten sonra yine yatakta kalıyormuş saat dokuza kadar.
Sonra yine odada, yine yatakta…
Ancak öğlen yemeği için odadan çıkıp aşağıya iniyormuş.
Öğlen yemeğini ya otelin lokantasında ya da edebiyatçılar arasında meşhur olan Abdullah Efendi'de yiyormuş.
Yemekte bütün bir tavuk ve yanında da üç porsiyon pilav!
Sonra on üç otuzda geri odasına dönerek yatağa girip öğlen uykusuna yatıyormuş.
***
Öğrencisi Ahmet Hamdi Tanpınar onu bu halde görünce,
'Zavallı Yahya Kemal! Park Otel'in barında gördüğüm; takatsiz, küçük adımlarla ancak yürüyebilen biçare ve acınacak ihtiyar!' diyor.
Sonra?
Sonra işte, yalnızlıkla perçinlenmiş şiddetli perişanlık.
Şairmiş, Yahya Kemal'miş…
Hepsi sadece bir hiç!