Nerede kalmıştık?
Son yazımızda Datça ile Palamutbükü'nü mü karşılaştırmıştık?
Datça'nın Hastane Altı Plajı'nın küçük karasineklerinden mi söz etmiştik?
Can Yücel de,
'Ah şu karasinekler olmasa!' demişti Datça üzerine yazdığı bir şiirde.
'Öyle rüzgar esiyor ki Datça'da
Deniz üstünde volkanik bir teknedesin sanki
Yapraklar dallar ağaçlar
Yapraklanan yelkeni bu yarımadanın,
Gidiyorsun allahaısmarladıklarla
Güneşî bir güle güleyle,
Ah şu karasinekler olmasa!'

***

Kedileri ve erguvan çiçekleri de meşhur Datça'nın.
Tabi zeytini, bademi, kekik balı, keçi sütü dondurması falan…
Ama şimdi onları karıştırmayalım. Yazı ticari faaliyete dönecek biraz daha kurcalarsak.
Ama bir şeyi yazmadan geçmeyelim.
Her yerde olduğu gibi Datça'da da…
Palamutbükü'nde de çalışkan kadınlar yapıyor ticareti.
Apartları, pansiyonları işletenler kadınlar.
Söylediklerine göre çok eskiden aileler zeytinlikleri erkek çocuklara vermişler, iyi gelir sağlıyor diye.
İşe yaramadığını düşündükleri, deniz tuzu nedeniyle verimsiz olan, denize yakın arazileri de kız çocuklarına vermişler.
Ama zamanla, turizmle birlikte iş değişmiş.
Kız çocukları, denize sıfır arazilere pansiyon yapıp işletmeye başlamışlar.
Ve kadınlar, Palamutbükü'nde, deniz kenarına açtıkları seyyar tezgahlarında; bal, badem içi, zeytin, zeytin yağı, zeytin yağı sabunu, kantaron yağı, ekşi mayalı köy ekmeği, kabak çiçeği dolması ve daha pek çok yöresel ürün satıyorlar.
Haftada iki gün kurulan pazarında da kadınlar daha aktif ticarette.
Kadınlar! Zeki, çalışkan…
Fakat işte, ülkemizde, hayli çilekeş, hayli kadersiz kadınlar.
Her yerde hakları yenen kadınlar…

***

Altıncı gün ayrıldık Palamutbükü'nden.
Gelirken izlediğimiz, Yakaköy'den geçen Knidos yolundan değil de bir yanı uçurum olan, Mesudiye'den sonra ormandan geçip dağların eteğinden ilerleyen sahil yolundan döndük yol üstündeki koylara, büklere uğramak için.

***

Palamutbükü'nden ayrılırken sahil yolundan limanın ters yönünde ilerleyince, Palamutbükü'nden ayrılışın da işareti olan tek aracın geçebildiği dik bir yokuş tırmanıyorsun.
Arabayı geriye kaçırmadan tırmanmayı başarırsan o yokuş seni, denizi yukarıdan görebileceğin bir yüksekliğe çıkarıyor.
İşte o yolda sağa doğru kıvrılırken ağaçların arasından yarı çıplak…
Yarı çıplak dediğimize bakmayın, bikinili genç kızlar, deniz şortlu delikanlılar çıkarsa yolunuzun üzerine, arabanızı sağa çekip o gençleri takip edin.
Ağaçların arasından inilen, küçük bir plaj var orada.
Akbük!
Gökova'daki Akbük Koyu'yla karıştırmayın, isim benzerliği var sadece.
Haritada yeri yok Palamutbükü'ndeki Akbük'ün. Ama gençler biliyor orayı.
Bir iki kilometre kadar ilerideki Kurubük'ün de haritada yeri yok.
O da kayalıkların arasına gizlenmiş, ormanlık alanda bir plaj.
Akbük de, Kurubük de denizin karaya tecavüzü sonucu meydana gelmiş pırıl pırıl, sessiz, sakin; yağmacıların tesis açıp şezlong, şemsiye koyarak ele geçirmeye heveslenmeyeceği kadar küçük iki plaj. Buna rağmen, Kurubük'ün tesis açmak için kiralanması girişiminde bulunulmuştu bir zamanlar…
Bu iki plaja giderken alacaksın yanına yiyeceğini, içeceğini, aileni yahut…
Yaşın müsaitse sevgilini ve bir de kafanı…
Gürültüden patırtıdan; şezlong, şemsiye parasını doğrultmak için zırt pırt gelip,
'Ne içersin abi?' diye sorandan uzak…
Yanına aldığın kafanı bir güzel dinleyeceksin bu iki plajda.
Belki yazı mazı da yazarsın.
Yahut da hiçbir şey yapmadan, sırtını kayalara dayayıp denize bakarsın öylece.
Genç…
Hayat dolu…
Güzel bir kadına bakar gibi.
Öylece bakarsın saatlerce.
Arada bir, her şeye rağmen yaşamak güzel, dersin kendi kendine.