'Eski Şarkın muazzam imparatorluklar vücuda getiren…büyük medeniyetlerinde hükümdarlar, insanlığın üstüne çıkarılarak Tanrılaştırılmıştır; yani bunlar ya Allah'tır, ya Allah'ın oğludur, yahut Allah'ın yeryüzünde vekilidir. Böyle bir telakkinin ne korkunç bir zulüm ve istibdat sistemi doğuracağı kolayca anlaşılır…. Halbuki Yunan medeniyetinde, bunun tam zıddına olarak Allahların bile insanlaştırılmış olduğunu görüyoruz. İşte bu iki zıt telakkiden birincisi, fikri ve siyasi hayatta istibdadı, zulmü, tahakkümü, maddi ve manevi esirliği doğurduğu halde, ikincisi maddi ve manevi hürriyete, demokrasiye, serbest düşünceye, tenkide yol açmıştır.' (Fuad Köprülü, 'Demokrasi Ruhu', Vatan Gazetesi, 19 Eylül 1946).

Alevi, Bektaşi inancı ve kültürü, bir yaşam biçiminin, bir yaşam ikliminin ürünüdür. Kültürel ve folklorik ögeler çok ön planda algılandığı için ilk bakışta duygusal bir görüntü arzeder. Ancak onun bu duygusallığı, sevgiye dayalı aşırı tavrı, gerçeklerden koptuğu anlamına gelmez. Duygularla anlatılan bu tarihin ana temeli, çok daha keskin bir gerçekçiliği bünyesinde barındırma isteğinden kaynaklan-maktadır. Çünkü bu tarihin metodolojisi ve izlediği yol; duygulardaki realiteyi değil, realitedeki duyguları sorgulamasıdır. Tanrı'yı ulaşılmaz ve olağanüstü ile açıklamak yerine, kendinde olan ve olağanın gerçekçiliğindeki mistisizmle açıklamaya çalışır. Mucizelerle Tanrıyı anlamak ve sorgulamak yerine, mucizelerin en büyüğü insanla Tanrıyı birleştirebilen, insanın mucizelerini varsa yalnız kozmik dünyayla değil, yaşanılan dünya ile de sorgulayan bir inanmayı özler. Tanrı olan Tanrı değil, insanlaşabilen bir Tanrı, Tanrılaşabilen bir insan ancak bu dünyayı açıklayabilir.

Alevi, Bektaşi kültürü ve inancı; yaşamış, başından bir çok üzücü olay geçmiş Ali'ye, oğulları Hasan ve Hüseyin'i, daha sonra Ali soyundan gelen 12 imamı ve inancın ulularına duyulan sevgiyi ön plana alır. Alevi ve Bektaşi geleneği, kırsal alanın ve iklimin, üretken insanların yaşam algılayışlarını ve bu anlayışa dayalı Tanrı algılayışlarını simgeler.

Anadolu insanı sevdiklerini yücelterek, Tanrısallaştırarak yaşatmayı yaşam ve inanç biçimi haline getirmiştir. Alevi ve Bektaşi geleneğini en iyi şekilde izlediğimiz kaynaklar olan velayetnameler, halkın günlük yaşamı ile dinsel yaşamının bir arada algılandığı yaratıcı gücünden kaynaklanır. Bu tür ürünlerde halk önderleri, din uluları birer doğa üstü varlık niteliğine büründürülür. Tanrısal niteliklerle donatılır. Ancak onlar dünyevi gerçekliklerden kopartılmaz. Bu algı, Orta Asya inançlarıyla temellenmiştir.

Anadolu'da gelişen, biçimlenen bütün düşünsel kurumların açıklanmasında günümüzden geçmişe uzanan uygarlık çizgisini yakalamak, sorunları o çizgi üzerindeki kırılma noktalarına göre değerlendirmek gerekir. Uygarlıklar alanında insanı anlamaya yönelik bir sorun, bulunduğu yerden başlamaz. Göründüğü alanda görünmeyen derinliklere inen kökleri içerir.

Anadolu inanç ve yaşam ikliminin en önemli temel taşlarından ve simgelerinden biri kuşkusuz Yunus'dur. Alevi ve Bektaşi kültünün ve kültürünün vazgeçilmez unsurlarından biri olan Yunus Emre, içinde bulunduğu ortamı, insanı ve Tanrıyı realist bir bakış çerçevesinde değerlendirmektedir;

'İstediğimi buldum eşkere can içinde

Taşra isteyen kendü kendüsi ten içinde'

dizeleriyle, kendini bilmenin yine kendine dönmekle, öze yönelmekle sağlanılabileceği vurgulanır. O'nu bu düşünceye ulaştıran ögelerin Anadolu kültür ikliminde biçimlendiğini unutmamak gerekir. Yine başka bir nefesinde;

'Orucuna güvenme namazuna dayanma

Cümle taat tak olur naz-ü niyaz içinde

Oruç namaz gusül hac hicabdür aşıklara

Aşık andan münezzeh hassu'l-ı havas içinde'

Yukarıdaki görüşlerine bakarak Yunus'un İslamı bilmediği söylenemez. Çünkü başka bir şiirinde;

'Bana namaz kılmaz diyen ben kılarım namazım'

yanıtını veriyor. Burada önemli olan içeriktir. Biçimsellikten, özsele dönme, insanın anlamını biçimsel uygulamaların dışında aramadır. Alevi ve Bektaşi düşüncesinin odağını oluşturan bu 'arayış' ın sevgi (aşk) kavramlarında yoğunlaşması tesadüfi bir eğilim olmayıp düşünsel bir boşluğun giderilmesi, bir açlığı doyuma ulaştırma çabasıdır. Alevi ve Bektaşi inancı bir bağdaştırmacılığı (Senkretizm) ifade eder. Bu bağdaştırma dinsel ve kültürel olduğu kadar etnik unsurların da kaynaşmasını, bir olmasını sağlamıştır. İnancın, ritüelindeki vazgeçilmez araç ve enstrüman 'Bağlama' (Saz-Kopuz)'dır.

Derdli'nin bir koşuğunda, Alevi ve Bektaşilerin, Bağlama ile olan birlikteliklerini inanç ile adeta yoğurduklarını, bunun yanında Bağlamanın inançsal yapılanmalar ile olan birlikteliğinde insanlığı kuru ve tek düzelikten aldığı gibi, yüzeysel dinsel görüşlerin eleştirisinde de bu önemli aracın kullanıldığını görüyoruz;

'Telli sazdır bunun adı

Ne ayet dinler ne kadı

Bunu çalan anlar kendi

Şeytan bunun neresinde

Abdest alsan aldın demez

Namaz kılsan kıldın demez

Müfti gibi haram yemez

Şeytan bunun neresinde

Ardıç ağacından kolu

Venedikten gelir teli

Be Allahın şaşkın kulu

Şeytan bunun nesrinde

İçinde mi dışında mı

Burgusunun başında mı

Göğsünün nakışında mı

Şeytan bunun neresinde

Alevi ve Bektaşi düşüncesinin temelini oluşturan sevgi, inancı insanla dolayısıyla da Tanrı ile özdeşleştirilir. Tanrının da Ali ile özdeşleştiği çok açık bir şekilde görülür;

'Dün gece seyrim içinde

Ben dedem Ali'yi gördüm

Eğildim niyaz deminde

Ben dedem Ali'yi gördüm

Üç çerağ yanar şişede

Arslanlar gizli meşede

Yedi iklim dört köşede

Ben dedem Ali'yi gördüm

Kızıl güller deste deste

Bergüzar yolladım dosta

Üç dolu mihmandan iste

Ben dedem Ali'yi gördüm

Cennet kapusunda duran

Kilidin mührünü kuran

Yezide kılıncın çalan

Ben dedem Ali'yi gördüm

Yüce dağlar coşkun coşkun

Kul Himmet'im aşka düşkün

Cümle meleklerden üstün

Ben dedem Ali'yi gördüm

(Devam Edecek)