Orhun kitabelerinin dikkatli bir tahlili ; Gök Tanrı mefhumunun bu dönemde göğün kendisi ile bir olduğu fikrini kuvvetlendiriyor. Bu cümleden olarak Gök Tanrı anlayışının, doğa kültünün bir parçasını oluşturan, gök unsurunun zamanla müşahhastan mücerrede doğru, maddi olmaktan çıkarak oluştuğuna kesin bir sonuç olarak bakılabilir. Nitekim eski çağlarda, her şeyin üstünde ve her şeye hakim görünen göğün, Asya bozkırlarında yaşayanlarca Tanrı sayılması normaldir. Ancak zaman geçtikçe mücerred bir Tanrı mefhumu gelişerek maddi gökten ayrılmış, her şeye hakim mutlak bir varlık şekline dönüşmüştür. Bu Gök Tanrı her şeyden önce, Türk milleti perişan olmasın diye tahta hükümdar çıkaran, Musevilerin Yehova'sı gibi, milli bir 'Türk Tanrısı' olarak görünüyor. Bu, insanlara iyi yolu gösteren, onları ödüllendiren veya cezalandıran, benzeri olmayan tek bir yüce varlıktır.

Gök Tanrı (bu arada güneş kültünün) Alevilik deki Hz. Ali kültüyle sıkı sıkıya ne kadar bağlantılı olduğunu İrene Melikoff çeşitli yazılarında ve kitaplarında ortaya koymuştur. Ona göre Hz. Ali'nin Alevi inançlarındaki telakki tarzı, Gök Tanrı'dan başka bir şey değildir. Gök Tanrı kültüyle birlikte, Orhun kitabeleri'nde, yabancı araştırıcılar tarafından 'ikinci ilahlar' olarak nitelendirilen yersuların konumu da dikkat çekicidir. Ancak, ilk zamanlarda, daha fazla geçerliliğe sahip yersu, yani doğa kültlerinin mücerred Gök Tanrı mefhumunun gelişmesiyle ters orantılı olarak zayıfladığı ve ikincil dereceye düştüğü rahatlıkla tahmin edilebilir. Gerçekten de Gök Tanrı kültü gittikçe kuvvetlenmiş, hatta daha sonraları Şamanizm'in hakimiyet döneminde bile, bu sisteme adapte olmuş, daha doğrusu, Şamanizm yok edemediği bu kültü olduğu gibi benimsemek zorunda kalmıştır. Şamanizm'deki Gök Tanrı inancının, bizzat bu sisteme ait olduğunun kabul edilmemesi gerektiği inancındayız. Esasında Eliade'in söylediği gibi bir büyü sisteminden ibaret olan Şamanizm için bu inanç çok üstün kalır. Şamanizm belki bu külte birtakım merasimler ve benzeri şeyler ilave etmiş olabilir. Zaten Gök Tanrı kültü ile ilgili ibadet, kurban ve benzeri hususlarla ilgili uygulamalar hakkındaki bugün elde mevcut bilgiler hep Şamanizm sonrası döneme aittir.

Daha önceki dönemlere dair bu konuda ne Orhun Kitabelerinde ne de Çin, Arap, Fars ve Bizans kaynaklarında bilgi vardır. Bütün Orta Asya Türk toplumlarında çok köklü bir inanç olması sebebiyle Gök Tanrı Kültü'nün etkisi, İslam sonrası dönemde dahi kendini göstermiştir. İslamiyet'e geçişi belli bir ölçüde kolaylaştırdığı eskiden beri ileri sürülen bu kültün, İslami döneme özgü bazı metinlerde de ortaya çıktığı görülmektedir. Bu metinlerin tipik bir örneğini Dede Korkut kitabı oluşturmaktadır. Bu eserdeki hikayeler incelendiğinde, her ne kadar Orhun Kitabeleri'ndeki kimliğiyle olmasa da, Oğuz beylerinin dua ederken yüzlerini göğe kaldırmalarını anlatan pasajlara rastlamak zor değildir.

Anadolu'da Bulunan Hz. Ali'nin Ayak İzleri ve Taş Kültü

Bugün Anadolu'nun hemen her tarafında üzerinde 'Hz. Ali'nin atının ayak izleri' bulunduğu söylenen ve bu yüzden takdis ve ziyaret olunan birçok kayalara rastlanır. Örneğin, Amasya'da Çoban Dede tarafında; Edremit'te Dura Dağı üzerinde; Mudurnu'da Akkaş Köyünde; Kayseri yakınındaki bir tepede, Kahramanmaraş-Elbistan yolu üzerinde iri bloklar halindeki kayalarda, işaret edilen iz oldukları ileri sürülen çukurlar gösterilir. Çevre halkı bunları ziyaret ederek adaklar adayıp kurbanlar sunmakta ve hastalıkların iyileşmesi veya çeşitli dileklerinin gerçekleşmesi için dualar etmektedir. Özellikle sonuncusu, Elbistan yöresindeki Kızılbaşlar ve Kurmanciler arasında Ali Kayası diye bilinir ve son derce mübarek sayılır. Hz. Ali'nin izini taşıdığına inanılan bu tip kayalardan, Buhara ve civarında dahi bulunduğunu J. Castagne haber vermektedir. Aslında kaynaklara bakıldığında, üzerinde insan izine benzer izler olan kayalarla ilgili kültlerin Orta Asya'da Türkler arasında çok eskiden beri varlığını gösteren kayıtlar bulmak mümkündür. X. yüzyılda El-Biruni, Çimeklerin ülkesinde böyle bir kayanın takdis edildiğinden bahsetmektedir. Onun anlattığına göre, Menkur denilen dağda bir su kaynağı yanında bulunan kayada, secde eden bir insanın diz kapaklarının ve ellerinin izini andıran çukurlar vardır. Oğuzlar bunun Hz. İsa'ya ait olduğuna inanıyor ve secde ediyorlardı. İdrisi de Seylan Adası'nda Rahuk denilen dağın tepesindeki bir kayada Hz. Âdemin izinin bulunduğunu yerlilerden işittiğini ve onların bu kayayı takdis ettiklerini söyler. Nitekim eskiden Orta Asya'da Budist Türklerin de üzerine Buda'nın izi olduğunu söyledikleri bir takım kayaları mukaddes addettiklerini biliyoruz. Aynı kült, Budist çevrelerde Buda'nın, Hristiyan ve Müslüman çevrelerde ise duruma göre, Hz. İsa'nın, Hz. Ali'nin ve Hz. Âdem'in şahsiyeti etrafında belirmektedir.

O halde, Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli'deki menkıbelerde ortaya çıkan taş ve kaya kültüyle ilgili motiflerin, eski Orta Asya'daki inançların devamından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Günümüz Anadolusunda ve Orta Asya'da görülen Hz. Ali'nin izini taşıyan kaya örnekleri, bunu gösteriyor. Bütün bunlarda ortak nokta, insan izine benzer izler bulunmasıdır. Bunlar, bu taş veya kayaların takdisine bir sebep gibi göründüğü halde, kanaatimizce durum daha başkadır. Yani, Budizm, Hıristiyanlık ve İslamiyet'e girmeden önce zaten takdis olunan bu kayalar, zikredilen dinlere girdikten sonra üzerlerinde taşıdıkları sözde insan izlerinin Buda, Hz. İsa veya Hz. Ali'ye izafe edilmesi suretiyle yine takdise devam olunmuşlardır. Böylece, bu eski kült, yerine göre Budist, Hıristiyan veya İslami bir çehre kazanmış olmaktadır. Bu, Orta Asya'da olduğu gibi Anadolu'da da böyledir.

Tenasüh (Reenkarnasyon, Metampsikoz) İnancı

Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli'de şöyle bir menkıbe nakledilir : Hacı Bektaş'ın şeyhi Lokman Perende'nin hacdan dönüşünü kutlamak üzere gelen Horasan Erenleri, o zaman henüz çocuk yaşta bulunan Hacı Bektaş'ın kerametlerine bir türlü inanmamaktadırlar. Çünkü kanaatlerince küçük bir çocuğun bu mertebede bulunmasına imkan yoktur. Bunun üzerine Hacı Bektaş, kendisinin aslında Şah yani Hz. Ali'nin sırrı olduğunu bildirmek zorunda kalır. Bu defa Horasan Erenleri Hz. Ali'nin biri avucunda, diğeri alnında iki yeşil beni bulunduğunu, eğer gerçekten dediği gibi ise bu nişanları göstermesini isterler. Hacı Bektaş hemen avucunu ve alnını açarak yeşil benleri gösterir. Gördükleri karşısında itiraz edemeyen erenler, onun hakikaten Hz. Ali'nin sırrı olduğunu, yani Hz. Ali'nin Hacı Bektaş'ın bedeninde yaşadığını anlarlar ve af dilerler. İkinci menkıbe daha ilgi çekicidir. Burada anlatıldığına göre, bir gün birisi Sultan'a, hiç kullanmadığı halde niçin elinde bir asa, başında bir frenk şapkası taşıdığını sorar. Sultan'ın asa için verdiği cevap şudur : 'Köçeğüm, pirler Âdem donuyla cennetten çıktığımızda Havva bizden nice gün ayrı düştü. Havvayile girü buluşacak bize vahşilik eyledi. Hakk'un izniyile Cebrail cennetten götürdü, virdi, Havva'yı terbiyet eylemek içün...' Şapka hakkında ise şunları söyler : 'Pirler Ali donuyla gelüb şehid olduğumuzda deveyi yedüb cismimizi götürmeğe geldik... Olvakt yüzümüzde urduğumuz nikabdan, didi.'

Bir başka menakıbnamede anlatıldığına göre, Pravadi'de Mü'min Derviş adlı bir kadı şikayet üzerine Otman Baba'nın beş Abdalını hapse attırır O gece şehrin beği İsa'nın ve kadının rüyasına giren Otman Baba, elinde Zülfikar, üstlerine hücum edip başlarını kesmek ister ve 'Benüm Hasan ve Hüseyinlerimi niçün zindana salub habs itdinüz?' diye bağırır. Bu rüya üzerine ertesi gün Abdallar serbest bırakılır. Burada da Otman Baba'nın Hz. Ali olduğu inancı vurgulanmak istenmektedir.

Hacı Bektaş'a ait menkıbede ise, Hz. Ali'nin Hacı Bektaş olarak yeniden dünyaya geldiği belirtilmektedir. Bu inanca göre Hz. Ali'nin ruhu sırasıyla Bektaşilerce takdis olunan bütün büyük velilerin bedeninde zuhur etmiştir ki bunların başında menkıbede görüldüğü üzere Hacı Bektaş'ın bizzat kendisi gelmektedir. Bektaşi şairi Kul Hasan'ın şu kıtası da bunun bir başka ifadesidir :

Aslan olup yol üstünde oturan

Selman idi ana nergis getiren

Kendi cenazesin kendi götüren

Hünkar Hacı Bektaş, Ali kendidür

(Devam Edecek)