Zor durumlarda ve felaketlerde yardımcılık vasfı dolayısıyla Hızır'ın Alevi ve Bektaşi inançlarında da büyük bir yeri vardır. Bu yer Pir Sultan Abdal'ın;

Bin bir adı var bir adı Hızır.

Her nerede çağırsan orada hazır,

Ali Padişahtır Muhammed vezir,

Bu fermanı yazan Ali değil mi?

şeklindeki nefesinde tam ifadesini bulmaktadır. Görüldüğü üzere, Hızır'ın bu özel ve üstün yeri bir bakıma bu Hz. Ali ile Hızır özdeşleştirilmesinden gelmektedir. Zaten bu sebeple bazı halk hikayelerinin, hatta Köroğlu gibi bir kısım destanî romanların bile Alevi rivayetlerinde Hızır rolünün Hz. Ali'ye verilmiş olduğu da bir gerçektir.

Bazı Bektaşi menakıbnamelerinde ise Hızır yerine ara sıra Hacı Bektaş, Hacım Sultan ve benzeri Bektaşi evliyasının ikame edildiği, bu suretle dolaylı olarak onlarla Hızır'ın özdeşleştirildiği görülmektedir. Kısaca Hızır'ın bu kimlikler olarak yeryüzünde ortaya çıktığına inanılmaktadır.

Alevi ve Bektaşi inançlarında Hızır'ın bu önemi çeşitli şekillerde takdis fiilleriyle de ortaya konulmuştur. Mesela Bektaşilikteki 12 post (12 Makam'dan) Mihmandar Postu Hızır'ı temsil eder. Yakın zamanlarda Erzincan yöresinde Alevi Zazalar'da sabah güneşinin ilk ışıklarının aksettiği taş ve kayaların 'Ya Hızır' diye dualarla tazim olunduğu gözlenmiştir. Zira onların arasında yaygın bir inanca göre, Hz. Ali şehid edildiği zaman güneşe dönüşüp göklere yükselmiştir. Dolayısıyla bu şekilde Hızır adına dua edilmekle aslında Hz. Ali'ye hitap edilmektedir. Nitekim Edip Yavuz'un tespitleri de bu düşünceyi doğrulamaktadır. Ona göre Hakk Muhammed Ali şeklindeki ulûhiyet ifadesinde Hızır, Hakk'ın yerini almış olup, bu noktayı açığa çıkaran pek çok dualar ve yeminler bulunmaktadır. Eğer bu tespitler doğru ise bu Hızır'ın ulûhiyet (Tanrılık) kavramı ile özdeşleştirildiğini gösteren bir başka olaydır.

Hz. Ali ile Hızır arasındaki özdeşleştirmeyi gösteren diğer bir yaklaşım da Hurufi eğilimlidir. Bunun için Kazım Baba'nın nefesi dikkat çekicidir;

Makes-i vech-i Huda Fazl-ı Kitab-ı Cavidan

Ayet Ayet beyyinatdır. Nokta-i İlm-i Beyan

Hem Hızırdır. Hem de İsa İsm-i Azam bigüman

Haliku'r-Rahman-ı mana şeklen insandır Ali.

Buna bağlı olarak, Şükrü Metin Baba'nın nefesi de dikkat çekicidir;

Zulmet deryasını nur edip gelen,

Hızır İlyas Şah-ı Merdan Ali'dir.

Garibin mazlumun halini bilen,

Hızır İlyas Şah-ı Merdan Ali'dir.

Bir anda cevelan eder cihanı

Kalbi saf olanın dest-ü damanı

Bir ismi Behruz'dur lisanı Süryani

Hızır İlyas Şah-ı Merdan Ali'dir.

Merdi meydan eylemek dir iyi er

Gafil olma kardaş çerağın söner

Her gördüğün Hızır bilmek dir hüner

Hızır İlyas Şah-ı Merdan Ali'dir.

Ehl-i iman eyler ikrar sebatı

Kendinde seyr eder sıfatı zatı

Hızır ile içen Ab-ı Hayatı

Hızır İlyas Şah-ı Merdan Ali'dir.

Şükrü Metin Baba bu demden içer

Saki-i Kevserle Sırat'ı geçer

Hızır-ı Âdemde arayıp seçer

Hızır İlyas Şah-ı Merdan Ali'dir.

Destanî romanlarda bazen Hızır'ın yerini bir başka mukaddes kişilik alabilmektedir. Örneğin Ebu Müslim romanında Hz. Ali ; bir keresinde Danişmendnamede Hz. Muhammed olmuştur. Ebu Müslim Horasani Mervan'ın askerleriyle savaşırken çok sıkıştığı bir anda, korkunç bir gök gürültüsü duyulur. Hemen peşinden, kıble tarafından 'Ateşten bir kılıç çekmiş bir süvari' görünüverir. Bu süvari sapıkları yok edip Mervan'ın sancağını devirir. Aynı süvari Ebu Müslim Horasani esir edilip Nişabur'a götürülürken ortaya çıkar ve askerleri öldürerek onu kurtarır. Ancak kimse bu süvariyi teşhis edemez. Metinde süvarinin kimliği açıklanmaz ise de genel anlatımdan bunun Hz. Ali olduğu anlaşılmaktadır. Danişmendnamede ise iki yerde Melik Danişmend'i tehlikeden kurtaranın Hz. Muhammed olduğu açıkça zikredilir. Hızır'dan başka bu şahsiyetlerin bu eserlerde yer almasının bir sebebi belki de Türk destanî roman ürünlerinin ilk ortaya çıktığı dönemlerde Hızır figürünün bunlara henüz girmeye başlamış olmasıdır diye düşünülebilir. Nitekim daha geç dönemlerde oluşanlarda artık Hızır'dan başka bir kişiliğe seyrek rastlanır. Bir başka sebep de, özellikle Ebu Müslim romanında olduğu gibi, Şii eğilimlerin etkisi olabilir. Zaten bu duruma bazı halk hikayelerinde rastlanacaktır.

Şii eğilimli halk hikayelerinde Hızır yerine Hz. Ali'nin konduğu görülür. Bunun yanında aynı hikayenin Sünni rivayetinde Hızır'ın, Şii rivayetinde ise Hz. Ali'nin rolü vardır. Örneğin Tufarkanlı Abbas hikayesinde Hz. Ali mazlum aşıkın yardımına koşmakta, kuyunun ağzındaki değirmen taşını bir el işaretiyle atar, orada mahpus bulunan Abbas'a parmağını uzatarak onu 40 kulaç derinlikten çıkarır. Abbas kuyuda iken Hızır yerine Hz. Ali'ye şöyle seslenmektedir; 'Esma sıfatında Aslan donunda İresul yolunda yatan meded'

Bektaşilikteki 12 posttan sonuncusu nasıl Hızır'a tahsis edilmişse (Mihmandar Postu), Alevilerde de eve gelen her misafirin Hızır olabileceği inancı, misafire büyük kıymet ve önem izafe edilmesine sebep olmuştur. Bu bakımdan misafir ağırlamayı adet haline getiren 'Hanedan' evleri '....Ağa'nın Ocağıdır' diyerek mübarek sayılmış, buralarda Hz. Ali yani Hızır'ın yemek yediği farz edilmiştir. Bu evler mukaddes tanındığı içinde bunlar üzerine kesinlikle yemin edilmez.

Şah İsmail Hatayi veya Pir Sultan Abdal'a izafe edilen şu nefes Alevi inançlarındaki 'Misafir –Hızır' ilişkisini çok güzel bir biçimde anlatır;

Misafir aşk kapusunun dilidir

Hızır'ı sev kim sahibinin gülüdür

Tanrı misafiri Pirim Ali'dir

Mihmanlar siz bize safa geldiniz

Bir eve kahrola misafir gelmez

Çalınsa çırpınsa ektiği bitmez

Çağırsa bağırsa bir yere yetmez

Mihmanlar siz bize safa geldiniz

Hizmet eyle sen ki daima gele

Yavan yaşık bizim yüzümüz güle

Büyük küçük anı hep Hızır bile

Mihmanlar siz bize safa geldiniz

Misafir gelir ki kısmeti bile

Misafir Hızırdır özrünü dile

Hatayim uğruyu tut ver gel ele

Mihmanlar siz bize safa geldiniz.Görüldüğü üzere Alevi inançları misafiri Hızır'la, Hızır'ı da Hz. Ali ile özdeşleştirmiştir. Misafir sanki Hz. Ali imiş gibi itibar görecek, memnun edilecektir. Bu bakımdan Bektaşi babalarına verilen icazetnamelerde 'Ayende ve Ravendeye it'am-ı ta'am' (gelene gidene yemek verme) şartı konmuştur. Eskiden Alevi ve Bektaşilerde her evde ve tekkede 'Gaib Erenler' hissesi olarak bir miktar yiyecek ayrılıyordu; misafir gelirse ona çıkarılır, gelmezse bir fakire verilirdi. Misafirin sahip olduğu bu önem dolayısıyla bir eve misafir geldiği zaman ne var ne yok hepsi büyük bir saygıyla ikram edilirdi. Misafir gelmeyen, yenilip içilmeyen evler makbul tutulmaz, ektiğinin bitmeyeceğine, kahra uğradığına inanılırdı. Böylece bu inanç sayesinde her evin misafir ağırlaması sağlanmış olurdu. (Son).