Alevi, Bektaşi senkretizmi (bağdaştırma, karışım) çözümlendiğinde her şeyden önce Sufi ve Oniki İmam temelli Şii bir görünüş altında, ruhun beden göçü ve hatta tenasüh yani ruhun sürekli dolaşımı inanışlarına, Ali'nin tanrısallığı görüşü karışmış, Şii inançların da katıldığı, Hurufilik'in Tevrat gelenekli ve insan nitelikli 'Tanrı' temelli öğretileri ortaya çıkar. Bu yapılanma içinde Şah İsmail'in anısının da ne kadar önemli olduğu görülür.

Ali'nin tanrısallaşması konusunda Derviş Ali'nin bir nefesi çok dikkat çekicidir. Derviş Ali bu nefesinde 'Men Ali'den gayrı Tanrı bilmezem' diyerek bu bakış açısını net olarak ortaya koymaktadır.

Hurufilik Alevi, Bektaşiliğe girerken ayrı bir biçime bürünür. Doğa tanrıcılığı ve insan biçimli tanrıcılık görünüşü altına girer. Bunun içindir ki Noktat'ü-l Beyan denen Bektaşi Niyazı'nda şöyle söylenecektir; 'Âdem'den gayrı Hakk taleb idersen marifetullahdan bi-habersin.'

Âdem'in ve dolayısıyla bütün insanlığın tanrısallaştırılması Hatayi'nin şu sözleriyle vurgulanmaktadır ;

'Hakk'a mazhar durur Âdem sücud it uyma şeytana ki Âdem donuna girmiş Hüda geldi Hüda geldi.'

Her insanın yüzünde Allah'ın adı okunabilmektedir. Bunu Hilmi Dede Baba çok iyi ifade etmektedir; 'Tuttum aynayı yüzüme, Ali göründü gözüme.'

XVI. yüzyılın başında Şii ve Hurufi temelli Kızılbaş akım Aleviliğe giren son öğe olur. Böylece Alevilik, Bektaşilik açık olarak cemaat dışı bir görünüm kazanır ve Şii etki, Alevi (Kızılbaş) öğretiye ve törenlere derin damgasını vurur. Ruhun yeniden bedene dönüşü (Reincarnation) inancını ve İslam görünüşü altında Ali'nin adı ile birleşen, Eski Türklerin Gök Tanrısını, Gök Tanrı'nın 'Ali' adı ile insanoğlu biçiminde tecellisini de bünyesine eklemiş olur. Ali gerektiğinde peygamberlerde, imamlarda, Hızır'da, Hacı Bektaş-ı Veli'de tecelli eder.

Hakk la-ilahe illallah

İll'Allah Şah ill'Allah

Ali mürşid güzel Şah

Eyvallah Şah'ım eyvallah.

'Ali' olgusunun bir Güneş Tanrısallığı olduğu açıktır. 'Ali', görünmesi için dua edilen, doğan günle özdeşleştirilir.

Bu öğelere Cem ibadeti sırasında ve Kırklar Bezmi'nin anıldığı Miraclama'da loncanın piri Selman-ı Farisi'ye verilen ayrıcalıklı yerde de görüldüğü üzere Ahiler'in meslek birliklerinin anılarını da eklemek gerekir.

Ayrıca Alevilik, Bektaşilik içinde bulunduğu çevre ile yerli gelenek ve inançları kendinde eritecek derecede uyum içinde olmuştur. Bunun yanında Anadolu'nun doğusunda Alevi, Bektaşilik, Kürtlerin Ehl-i Hakk öğretileri ile ve İran Azerbaycan'ında görülen ve üyelerinin büyük çoğunluğu Türk olan Kırklar ile de ortaklıklar gösterir. Cebrail anlatısı, Melek Taus ile ilgili olanlar başta olmak üzere Yezidilerin inançları ile de ortak çizgiler bulunabilir.

Bütün bu öğeler, kadınların törenlere katılmaları, alkollü içkilere karşı hoşgörü gibi İslam öncesi, Eski Türk geleneklerinin ve inanışlarının uzantılarına eklenegelmiştir.

İslam öncesi Türk uzantıya bazı kuşlara ve öncelikle Alevi, Bektaşi semahının, dönüşlerine özendiği turnaya verilen önem, güneşin doğuşunda, yüzünü Doğuya doğru çevirerek Ali'ye niyazda bulunma gibi onunla kişileştirilmiş bir güneş inanışının (kült) anımsanışı ('Ali' Eski Türklerin Gök Tanrı inançlarının mirasçısıdır) ve benzeri başka öğeler de katılabilecektir. Birçok gelenek ve tören bu Eski Türk temele bağlıdır.

Özetle Alevi, Bektaşiliğin temel ve ayırıcı niteliği onun bir senkretizm, bir inançlar karışımı olmasıdır. XV. yüzyıla kadar Aleviliğin İslam örtüsü altında, halkın inanışları içinde sürüp giden İslam öncesi uzantılar dışında hiçbir cemaat dışılığı yoktur. Ancak XV. yüzyılda ve XVI. yüzyılın başlarında Aleviler tarafından yürütülen Safavi etki ile olaylar gelişecek ve Alevilik, Şii cemaat dışılığa (Heterodoksi) doğru kayacaktır. Yüzyıllar geçtikçe kent merkezleri Bektaşiliği ile halk kitlelerinin Aleviliği arasında giderek derinleşecek bir sosyal uçurumun belirdiği de görülecektir.

Uzun zaman, bu cemaat dışı insanların belli adları olmamıştır. Küçültücü olduğu ölçüde cemaat dışılık ifade eden Rafızî, Zındık, Mülhid adları ile anılırlar. Ya da daha çok tarihi Safavi taraftarlığının adı olan Kızılbaş sözcüğü ile de ifade edilirler. Bu onların kendilerinin de kullandıkları adları olur. Başlıca Deliorman yöresinde resmi olarak bilinen yüzbin dolayında Kızılbaş'ın bulunduğu Bulgaristan'da bu deyim kullanılagelmiştir. Türkiye'de günümüzde Ali'ye bağlılıkları dolayısıyla onlara Alevi denmektedir. Oysa etimolojik anlamıyla bir Alevi'nin soyca Ali'ye bağlı olması gerekir.

XV ve XVI. yüzyıllarda Kızılbaşlar ilk Safaviler olan Şeyh Cüneyd, Haydar ve Şah İsmail taraftarı Türkmen boylarıydılar. Kırmızı bir serpuş giyiyorlar bunun için de onlara Kızılbaş deniyordu. Ancak Kızılbaş sözü yüzyıllar içinde, küçültücü bir anlama kaymış Celali İsyanları adıyla tanınan dini-sosyal başkaldırı hareketleri sebebiyle de 'dinsiz, asi' anlamında kullanılmaya başlamıştır. Kızılbaş deyiminin yerini Alevi'ye bırakmasının nedeni bundandır.

Alevi, Bektaşilik diğer mistik Müslüman tarikatlara benzetilemez. Gerçekte her şeyden önce bu inanç bir halk deyimi, göçebe halkların inancıdır. Bu inanç özünde doğa güçlerine, bitkilerin ve mevsimlerin dönüşümlülüğüne bağlı, göçebe ve yarı göçer bir topluluğun, inançlarının ayırıcı niteliklerini taşır. Zaman kavrayışı, çağdaş toplumlarda olduğu gibi, doğrusal ve ilerleyen bir zaman kavrayışı değil, dönen bir zaman kavrayışıdır. Gün, gecenin, baharın yeniden gelişi, kış boyu bitkilerin ölüşünün, yaşam, ölümün yerini alır. Bu, Ebedi Dönüş Çemberi'dir.

Göçebe yaşam, mevsimlere, aynı zamanda doğal güçlere ve yaşamın kaynağı olmasıyla, Güneş'e bağlıdır. Güneş, baş tanrı, insanlığın çeşitli dönemleri boyunca değişik adlar alacak olan Eski Türklerin Gök Tanrısı'dır.

Aleviliğin tarihi ilk Türk halklarına kadar uzanır. Kökleri Orta Asya'da, İslam öncesi çağlardadır.

Asya Bozkırlarında Gök Tanrı Kültü

Modern araştırmalar, Gök Tanrı kültünün, toprakla ilgili bulunmadığı için ancak göçebe, avcı ve çoban toplumlarda mevcut olabileceğini, dolayısıyla bu kültün kaynağının Asya bozkırlarında aranması gerektiğini göstermektedir. Eliade, muhtelif Kuzey ve Orta Asya toplulukları üzerinde yaptığı araştırmalarda, tengri, tengeri, tengere ve tingir gibi, hemen hepsinde hem şekil yönünden hem de mana bakımından ortak özellikleri yansıtan Gök Tanrı kültüyle ilgili kelimeler tespit etmiş, bu kültün Kuzey ve Orta Asya kavimlerinde ortak olduğu sonucuna varmıştır. Ona göre bütün Kuzey ve Orta Asya toplumlarında Gök Tanrı, yeryüzünün, insanların ve görünür görünmez her varlığın yaratıcısıdır. İnsanların yaşantıları arasında dengeyi o sağlar. O, bütün kainatın efendisidir.

İ. Kafesoğlu, Gök Tanrı inancının Asya kavimlerine Türklerden yayıldığını çeşitli delillerle ileri sürmektedir. Kafesoğlu'na göre, öteki Asya toplumlarında rastlanan Gök Tanrı'yı ifade eden kelimelerin Türkçe Tanrı kelimesinden alındığı açıkça bellidir. Hepsinden önemlisi, Türklerdeki Gök Tanrı telakkisi çok daha gelişmiş olup bunun tarihi belgeleri çok eskilere gitmektedir. Ayrıca, bütün eski kavimler gök cisimlerini mukaddes tanıyıp göğün kendisiyle ilgilenmedikleri halde, Türkler gök cisimleriyle de ilgilenmekle beraber, daha çok göğün kendisini düşünmüşler ve mücerret bir Tanrı inancına ulaşabilmişlerdir. Eski Türklerin dini inançlarından hayli etkilendiklerini bildiğimiz Çinliler ve Moğollarda dahi Gök Tanrı kültünün mevcudiyeti, Kafesoğlu'nun fikrini teyit eder mahiyettedir. Orhun Kitabeleri üzerinde çalışan R. Giraud, bunlarda Gök Tanrı'nın sağlam bir tasvirinin yapıldığını ve bu inancın Türklerin temel dini inancı olduğunu belirtmektedir. VII. yüzyılda Batı Göktürk ülkesine bir elçilik heyeti içinde gelen Simocatta, Türklerin bazı tabiat kültlerini takdis etmekle birlikte asıl yerin göğün yaratıcısı bir Tanrı'ya taptıklarını kendi müşahedesine dayanarak haber vermektedir. Benzer kayıtları muhtelif Arap ve Fars kaynaklarında da bulmak mümkündür. (Devam Edecek).