Yağmalanan doğadan geriye kalan ağaçların altına arabayı durdurunca park parası almak istediler diye Kızılbük'te, dağların eteğindeki saklı cennet Kızılbük'te denize girmekten vazgeçmedik.
***
'Peki, sizin tesislerinizin diğer ucundaki yüksek ağaçların olduğu yere gidebilir miyiz sizin bu yoldan?' dedim.
'Gidemezsiniz!' dedi park görevlisi kadın. 'Bu yol buradan, 'bizim sahil bar'ın, restoranın önünden şemsiyelerimizin, şezlonglarımızın olduğu plaja iniyor. Oraya gitmek için geriye dönüp bizim tesislerden çıktıktan sonra yukarıdaki, buraya geldiğiniz yoldan devam edin.'
Geri çevirdim arabayı, o dar yolda.
İnada...
Ya da direnmeye devam!
Sultan,
'Bırak artık şu inadı!' diyor.
'Kıyılar halkın ortak malıdır.'
'Sen hala inanıyor musun buna?'
'Ne yani, Allah'ın denizine parayla mı gireceğiz!'
'Sana burada denize giremezsin diyen yok ki!'
'Eee, sonra? Denizden çıkınca ne yapacağım? Sahilde, güneşin altında ayakta mı dikileceğim! At mıyım ben!'
Sultan kızıyor bana.
Öyküm gülüyor.
***
Yine çıktık şu taşlı, toz tufan içindeki yola. Taşlar da bıçak gibi keskin. Sanırım sel suları dağlardan koparıp getirmiş bu taşları buralara. Getirirken de taşı taşa sürte dürte iyice bilemiş.
***
Düştüğümüz yol, önce yukarı çıktı dağların eteğine doğru. Denizden, sahilden büsbütün uzaklaştı. İçimde bir kuşku… Yanlış yoldayız galiba. Yoksa kadın bizi başka bir yere mi gönderiyor?
Başka bir yol da yok. Zaten takip ettiğimiz bu yol da yol mu sel yatağı mı belli değil.
***
Derken yol, bir kavis çizip aşağı inmeye başladı.
Sağlı sollu taş duvarlar içine alınmış, dağların eteğine dayanan büyük arsaları da görünce doğru yolda olduğumuzu anladık.
Bir yerden sonra yol sel yatağına dönüşüp denize kadar devam ediyor. Dağlardan inen sel sularının denize aktığı dere yatağı bura sanırım.
Yolun sola ayrılan bir kolu da bizim ulaşmaya çalıştığımız yüksek ağaçların arasına sapıyor.
Biz de sola girip ağaçların altına park ettik arabayı.
Tam arabadan inerken bir delikanlı koşup geldi.
'Abi bura bize ait, park ücreti elli lira!'
'Eee birader! Her yerin bir sahibi var! Denizin, ormanın, dağın, taşın! Buranın sahibi de siz misiniz?'
'Öyle, bize ait abi bu alan…'
'Ama dağın eteği bura. Ağaçlar ormana ait! Bura ormandan kalan bir yer!'
'Öyle de…'
'Peki, bizim durabileceğimiz, arabamızı bir iki saat park edebileceğimiz sahipsiz, halka ait bir yer yok mu burada? Yok dersen, denize süreceğim arabayı bak!'
Delikanlı gülüyor.
Elini uzattı bana.
İkide bir,
'Abi hoş geldin,' deyip duruyor.
Ama bu, sana park bedava demek değil.
Ne yapsın o da orada mevsimlik, yani sezonluk; büyük ihtimalle sigortasız, asgari ücretle bile değil haftalıkla çalışan…
Ve büyük ihtimalle yaz tatilini değerlendirmek isteyen gariban bir üniversite öğrencisi.
Arabaya geri bindim, dağlara doğru süreceğim!
Dağın eteğine park edeceğim arabayı.
Yaşar Kemal'in, konargöçer Türkmen boylarının çaresizliğini anlattığı Binboğalar Efsanesi geldi aklıma.
1865'te Cevdet Paşa ile Derviş Paşa'ya isyan eden Karaçullu Obasının da gittiği her yerin bir sahibi çıkıyordu.
Ayakbastı parası isteyip kendilerini hiçbir yere kondurmadıkları için bir süre konaklayacakları bir kışlak bulma umuduyla gece gündüz, sürüleriyle, çoluk çocuklarıyla yürüyorlardı, çaresizlik içinde.
İsyanlarının bedelini böyle ödüyorlardı.
Bizim, kıyıları yağmalayanları protesto işi de buna döndü.