Gazetede köşe yazısı yazmak fabrika işçiliği gibidir. Hele ki günü, saati gelince yazıyı yazman, yazıp yazı işlerine ulaştırman gerekiyorsa…
Bildiğin amelelik işte!
***
Sabahattin Eyüboğlu da haftanın belli günleri gazetede yazı yazıyormuş. Yazı yazması gerektiği gün asabi, sinirli; patlamaya hazır bir bomba gibi oluyormuş, yazıyı yazıncaya kadar. Her şeye, herkese öfkeleniyormuş. Sinek vızıldasa evde terör estiriyormuş. O yüzden eşi, yazı günü gelince çocukları sürekli uyarıyormuş,
'Susun! Babanızın yazı günü bugün!' diye.
Sultan da ne zaman yazı yazarken görse beni,
'Yine mi yazı yazıyorsun sen! Ne zaman bırakacaksın bu boş işleri?' diyor.
O zaman işte, yenice bir adam öldürmüşüm de kanlı ellerimi lavaboda yıkarken yakalanmışım gibi bir hisse kapılıyorum.
***
Yine yazı yazmam ve bir an önce de yazıyı yazı işlerine göndermem gerekiyor. Ertelemek istemiyorum. Genelde yaptığım bu. Çaydan sonra, kahveden sonra, birkaç sayfa daha kitap okuduktan sonra derken…
Son ana kalıyor yazı.
***
Her şey hazır! Yazı kafamın içinde… Sağlam temellerin üzerine oturtursam yazının girişini, bir çırpıda yazarım.
Bekir Coşkun'un birkaç gün önce okuduğum bir yazısı üzerine yazmayı düşünüyorum.
***
Bilgisayarın düğmesine bastım. Yıllar öncesinden kalma bir bilgisayar benimki. Şimdiye kadar tamirlerle, formatlarla geldi.
Sonunda tamirci de pes etti.
'Abi getirme artık bunu bana! Elinde tamire getirdiğini görünce baya bir geriliyorum tamir edemeyeceğim diye,' dedi, umutsuz hastaların yakınlarına, götür evine yatır hastanı, dedikleri gibi bir şey bu.
***
Yazıya başlayacağım ama bilgisayarın açılmasını bekliyorum. Açıldı açılacak, ekran geldi gelecek derken yarım saat geçti.
Yazıyı yazarken arada bir de ölü numarası yapar gibi ekranı donup kalıyor. Yazı yazmak kolay da aslında, bizim bilgisayarla baş etmek zor.
***
Yazıya başlamadan önce Bekir Coşkun'un, hakkında yazacağım yazısını bir kez daha okuyayım, hata yapmayayım istedim. Yazıyı okumak için interneti açmak isteyince…
Abuk sabuk yazılar çıkmaya başladı, bilgisayarın ekranında.
Yok, artık desteklenmiyormuş da, güncellemeleri alamayacakmış da… Ürün etkinleştirilememiş de… Falan da filan da…
En sonunda da resmen tehdit etmeye başladı beni, bilgisayar kapatılacak diye.
En iyisini üstat Önder Baloğlu yapıyordu. Hiç bilgisayar kullanmadı üstat.
Gazetenin teknik servisindeki bilgisayar kuşağı genç kızların pek hoşuna gitmese de bu durum, üstadın yazılarını tekrar yazıyorlardı çünkü bilgisayarda, üstat ölünceye kadar daktiloda, üçüncü hamur saman kağıtlara yazdı yazılarını. Daktilo şeridini bu çağda nereden bulduğuysa gazetedeki diğer yazarlar arasında çözülmesi imkansız bir mantık sorusu olarak kaldı.
***
İnterneti kapattım, bilgisayarın tehdidi karşısında. Sanırım aklı karışmıştı biraz.
Bekir Coşkun'un yazısı üzerine yazmaktan da vazgeçtim.
***
Dünya edebiyatının o ölümsüz romanlarını yazan Honore de Balzac'ın da sınırlı bir geliri vardı. Evinde sadece basit bir masa, masanın önünde, üzerine köpeğiyle birlikte uzanıp uyuduğu küçük bir halı vardı.
Ne yaparsın, kader işte.
Kimilerinin her türlü imkanı vardır. Para pul, makam mevki; teknolojinin her türlüsü…
Mesela iyi bir işi vardır, iyi bir geliri, iyi bir arabası, dördüncü bir odası olan iyi bir evi...
Binlerce kitap alabilecek parası vardır mesela…
Ama bir tek kitap dahi almak aklına gelmez. Buna gerek de duymaz. Bunun yeri de yoktur hayatında!
Kimilerinin evinde kütüphane kurabileceği, çalışma odası yapabileceği dördüncü, beşinci bir oda vardır mesela…
Viginia Woolf'unsa kendine ait bir odası yoktu.
Ve o da,,
'Eğer bir kadın yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır,' deyip 'Kendine Ait Bir Oda' adlı bir kitap yazmakta bulmuştu çareyi…
Virginia Woolf, feministliği nedeniyle her ne kadar da 'bir kadın' demişse de feministlere yaptığı bu konuşmada, bir insan yazı yazacaksa parası ve kendine ait bir odası olmalıdır, diyebiliriz biz buna.
Benim de kendime ait bir odam olmadığı için kitaplarım salonun bir köşesinde, eve gelen misafirlerden utanmaya başladık bu yüzden, önünden geçenin üzerine yıkılacak gibi, kitaplıktan taşmış, kitaplığın üzerine tavana kadar üst üste yığılmış bir halde duruyor.
Evde kendime ait bir çalışma odası yok. Mutfakta, orada burada… Yazı yazacak doğru dürüst bir makine de yok. İşte görüyorsunuz, yazının ortasında kapanmakla tehdit ediyor beni!
Balzac'ın da soyluluk unvanı yoktu. Onun bu konudaki sahtekarlığının önüne geçebilmek için sonradan soyluluk unvanı verdiler kendisine. Çünkü o, soylu olmadığı halde romanlarına adını soyluluk unvanıyla birlikte Honore de Balzac diye yazmaktan vazgeçmiyordu. Soylu olmak, soylular gibi yaşamak istiyordu.
Ve soylular da Balzac gibi roman yazamıyordu!
Virginia Woolf'un kendine ait bir odası yoktu ama…
Kendine ait bir odası olanların da kendine ait bir odaya ihtiyacı yoktu!
Ne yaparsın ki hayat işte böylesine dengesizliklerle doludur!