Diktatör deyince aklımıza hep eli kırbaçlı, herkesin nefret ettiği, halka rağmen iktidarı silah zoruyla ele geçiren zalim insanlar gelir. Eğer bir lider diktatör ise kimsenin sevmediği biri olmalı diye düşünürüz. Oysa gerçek biraz daha farklıdır. Diktatörlerin çoğu 'iktidarlarını kaybedinceye kadar' halkın bir kesimi tarafından abartılı bir şekilde sevilmiştir.

Tarihin, en eli kanlı diktatörlerinden biri olan A. Hitler 'sanılanın aksine' yapılan seçimler sonucunda iktidara gelmişti. Hitler 1933 yılındaki seçimleri kazandığında Alman komünistleri ile sosyal demokratlar hala birbirlerini 'sosyal faşistlik ve pasifistlikle' suçlamakla meşguldü. Felaketi gördüklerinde ise iş işten çoktan geçmişti.

Sadece kendi halkını değil tüm dünyayı ölümcül felaketlere sürükleyen Hitler ve Nazi faşizminin kanlı icraatlarını anlayabilmek için adalet sisteminde neler yaptıklarını anımsamakla işe başlamalıyız.

'HİTLER'İN SÖZÜ KANUNDUR!..'

1933-1945 yılları arasında Hitler'in Adalet Danışmanlığını yapan Dr. Hans Frank, partinin adalet anlayışını yargıç ve savcılara şöyle açıklıyordu:

'Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: Benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi'(...)

Alman yargıçların büyük bir çoğunluğu bu durumu 'Büyük ve Güçlü Almanya'nın' bekası için kabullendiler ve duruşma öncesi Nazi selamı vererek Führer'e bağlılık yemini etmeye başladılar. Artık en ideal ve sevilen yargıçlar, kendisini Führer'in yerine koyarak karar veren yargıçlardı.

1933'te Alman Parlamentosu (Reichstag) yangını bahane edilerek Olağanüstü Hal Kanunu çıkarıldı. Muhalefete yönelik saldırılar başladı. Hak ve özgürlükler askıya alındı; 20 civarında gazetenin yayınına son verildi, muhalif parti liderleri tutuklandı.

Elbette, durumun ciddiyetini anlayan ve Nazilerin politikasına hemen boyun eğmeyen bazı yargıçlar da vardı.

1934 Mart'ında duruşmaları yapılan 'Reichstag' yangınının dört sanığından üçünü Alman Yüksek Mahkemesi beraat ettirdi. Bu karar Hitler'i çok kızdırdı. Kısa sürede Yüksek Mahkemenin yetki alanı daraltıldı ve 'güvenilir parti elemanlarından seçilen' yargıçların görev yaptığı Halk Mahkemeleri kuruldu.

1943 yılına gelindiğinde yargıçlar artık, Führer'in hep idam kararı vereceğini düşünmeye başlamışlardı (!)...

'MERHAMETSİZLİK YETKİSİ...'

Nazi Partisi üyesi yargıçlarla doldurulan mahkemeler iktidarın istediklerini genelde yerine getiriyorlardı. Ancak, Faşistler işi daha da sağlama (!) almak istiyorlardı. Hitler'in yardımcısı R. Hess'e 'Merhametsizlik Yetkisi' adı verilen inanılmaz bir yetki daha verildi. R. Hess, ceza davalarının sonuçlarında sanıkların az bir ceza ile kurtulduklarına kanaat getirirse, cezaları artırabiliyordu. Hess'in bu yetkiyi kullanması ile sanıklar ya toplama kampına gönderiliyor ya da idam ediliyordu.

1945 yılına gelindiğinde 'Faşizmin adaletinden(!)' geriye sadece muhalif Almanların idamları değil; farklı ırk, din ve renkten milyonlarca insanın; toplama kampları, gaz odaları ve deney laboratuvarlarında yok edildiği acı bir insanlık dramı kalmıştı.

Tarihçilerin bir bölümü; Birinci Dünya savaşı sonrası ezilmişlik duygusu altında ekonomik sorunlarla bunalan ve alternatif 'muhalefetin yetersizliğini' gören Alman halkının, 'büyük yalanlar' ve çok etkili propaganda yöntemleri ile Hitler ve Naziler tarafından kandırıldığını ileri sürerler.

Bir başka düşünceye göre de; Alman halkı, Hitler'i ve Nazileri seçimle başa getirdiği gibi, her türlü icraatlarına da 'bilerek' suskun kalmıştır. Bu durumda 'Her millet gibi Alman halkı da icraatlarına tahammül ettiği ve tepkisiz kaldığı iktidarların sorumluluğuna ortaktır...'

Bu iki düşünceden hangisinin doğru olduğu ile ilgili kararı ve yorumu sizlere bırakırken; yazımızı Bülent Ecevit'in bir sözü ile bağlayalım;

'Bir ülkeye diktatörlüğü diktatörler değil, ona boyun eğenler getirir...'