Tüm dünyayı saran, yaşamı değiştiren, sosyal hayatı kısıtlayan salgınla birlikte bazı sorunlar unutuldu. Toplum gündemini oluşturan ne varsa üstüne toprak serpildi.
Bir sorun vardı ki; kendi vatandaşlarımızın azınlık durumuna düştüğü İstanbul'un bazı semtlerinde 'sığınmacılara ikamet sınırlaması' getirildiği haberleri çıkınca yeniden dikkatimizi çekti.
Salgının yarattığı kriz, yaşadığımız ekonomik krizin bahanesi olarak görülen 'göç hikayesi'ni de unutturmuştu bize.
O günlerde,
'Bu işte bir dalavere var' demişti ünlü gazetelerden birinde, ünlü bir köşe yazarı.
Suriyelilerin Türkiye'ye zorunlu göçünün, bütün tarihsel gerçeklerin ötesine geçip nasıl olup da 'Suriyelilerin Türkiye'yi işgal edişine' dönüştüğünü irdelemişti.
Ve eklemişti sonuna:
'Bu bir tuzak!'
***
Biz göçün/göçmenliğin ne olduğunu bilen bir soydan geliyoruz.
Anadolu; Osmanlı'nın öncesinde, kuruluşunda, gerilemesinde; Kurtuluş Savaşı sonrasında sürekli göç almış ve göç vermiş bir coğrafyadır. Atalarımız, Asya'dan yüzyıllarca süren göçler sonunda Anadolu'yu 'anavatan' yapmışlardır.
Osmanlı'nın genişleme politikası gereği, alınan yeni topraklarda belirgin bir Osmanlı nüfusu oluşturmak, demografik denge sağlamak, böylece 'nüfuz elde etmek' amacıyla gerçekleşen göçler;
Özellikle 93 harbinden (1877-78) sonra, doğdukları topraklar başka uluslar tarafından ele geçirilince;
Balkanlardan, Kafkaslardan, Kırım'dan yola çıkılarak; yaşamak için, güvenlik için Anadolu'ya doğru -tersine- göçe dönüşmüştü.
O günlerden kalma fotoğraflarda tozlu, çamurlu yollarda, ellerindeki ufak tefek bohça/denkleriyle, yayan yapıldak yollara düşmüş insanları görmek mümkün.
Hemen hepsi geçici olarak anavatana sığınmak,
Koşullar elverdiğinde geldikleri yere 'geri dönmek' düşüncesindeydiler.
***
Birçok savaş filmi izlemişsinizdir. Özellikle Nazi Almanya'sının işgal ettiği Avrupa ülkelerinden kaçarak başka topraklara göç eden insanların hikayelerini anlatan filmleri.
Biraz zengini otomobille, bazıları arabayla, bazıları bisikletle, çoğunlukla yaya olarak; yanlarında bir bavul, bir çanta, bir bohça, bir denk ile düşmüşlerdi yollara.
Gittikleri yerler canlarını kurtaracakları, geçici yaşayacakları topraklardı. O topraklarda ebediyen kalmayı düşünmemişlerdi.
Kafalarında bir tek şey vardı:
'Bir gün kendilerini ait hissettikleri topraklara geri dönmek!'
***
Bütün bu göç manzaralarını yazıyla resmederken ellerdeki 'küçük çanta ve bohça'dan çokça söz ettim galiba.
Çünkü o çanta ve bohçalar, göç etmek zorunda kalan insanların 'bir gün geri dönme arzusu'nun en önemli göstergesiydi.
Bir de, zamanında televizyonlarda izlediğimiz, İdlib'den ülkemize akan Suriyeli konvoylarını hatırlarsak…
Suriye'de tam bir insanlık dramı yaşandığı doğruydu. Suriyelilerin çocukları için, can güvenlikleri için doğup büyüdükleri toprakları terk etmek zorunda kaldıkları doğruydu.
Yine de görüntülerde insanı rahatsız eden bir taraf vardı.
Kamyonlar, otobüsler, minibüsler, otomobiller, pikaplar yollardaydı.
İçleri tıka basa eşya dolu; buzdolabı, televizyon, çamaşır makinesi, fırın, süpürge, yatak, yorgan ne varsa!
Sanırsın kendi ülkelerinde başka bir kente taşınıyorlardı.
***
Balkanlardan, Kafkaslardan, Kırım'dan göç edenler birer küçük denkle gelmişlerdi. Ancak, dönmek istedikleri topraklardaki siyasi yapı değişip de dönme umutları kalmayınca anavatana yerleşmek mecburiyetinde kalmışlardı.
Şimdi; o günlerde Suriye'den Türkiye'ye birer denkle değil de, tüm mal varlığıyla göç edenler aklıma geliyor da…
Ne dersiniz, sizce gelirken geri dönme niyetleri var mıydı?
'Sığınmacı' olarak geldikleri ülkede önce 'mülteci' sayıldılar; şimdi çoğu 'vatandaş' oldu.
'Göç hikayesi' derken;
'Göç hikaye mi?' sorusuna kadar geldik sonunda.
Sahi Suriyelilerin anavatanı neresiydi?