Tutuklu bulunan sanıklardan gerekli görülenlerin yargılaması başlamadan önce, savcılıkça ayrı ayrı soruşturmaları yapılır. Şeyh Said 21 Mayıs 1925 tarihli ilk sorgusunda, ayaklanmanın oluşması ve komutanlarının bazılarının katılması hakkında bilgisi olmadığını ve ayaklanmanın belirli bir komutanı da bulunmadığını, nereleri dolaştığını, Şeyh Abdullah ve Kasım Bey'e teslim olmayacağını söylediğini, fakat sonradan razı olduğunu ve karanlık yolda birbirlerini kaybettiklerini, Kasım Bey'in teslim olması için çok ısrar ettiğini, topları olmasına rağmen kullanacak adamlarının bulunmadığını, silah ve cephanelerinin yetersizliğini anlatır. Eğer Diyarbakır'ı alabilse, medreselerin açılması için hükümete baskı yapacağını, şeriatın yeniden uygulanmasını sağlamaya çalışacağını anlatır. Daha sonra Şeyh Said, Kasım Bey, Abdullah, Şeyh İsmail ve Şeyh Şerif, savcı tarafından yüzleştirilirler. Şeyh Said'in Elazığ komutanlığını yapmış olan Şeyh Şerif ise, bu görevi yapmadığını, Şeyh Said'in zoru ile Şeyh Celal ve Ali'nin arkadaşlığında oraya gittiğini söyleyince, Şeyh Said kendisine hitaben, ona göre Gazip Cephesi komutanlığını, sonra hareketin genişletilmesi için Palu ve Elazığ cephe komutanlıklarını vermiş olduğunu, Şeyh Celal ve Ali'ye böyle bir emir vermediğini, Şeyh Şerif'in Rus savaşı sırasında alay komutanlığı yaptığı ve tecrübeli olduğunu göz önüne alarak, bu görevi ona verdiğini söyler. Şeyh Şerif ise, bu iddiayı reddeder. Şeyh İsmail, Şeyh Said'e katılmadığını, kardeşi Abdüllatif'in de Şeyh Said'in dört adamınca zorla götürüldüğünü ileri sürer. Şeyh Said, her ikisinin de kendi istekleriyle geldiklerini, Diyarbakır baskınında da beraberinde bulunduklarını belirtir. İlk sorgu, sanıkların birbirlerini suçlamaları ile sonuçlanır.

Sorguların tamamlanmasından sonra, Savcı Süreyya Bey'in 23 Mayıs 1925 tarih ve 341/ 70 nolu yazısında her birinin ayaklanma ve ihtilal olayında derece derece etkili oldukları iddia edilerek, tutuklu olarak yargılanmaları ve sabit olacak suçlarına göre cezalandırılmaları istenerek mahkemeye verilirler. Aralarında emekli Binbaşı Kasım Bey'in de bulunduğu, isyancıları komuta etmiş 39 kişinin, kendilerinden önce yargılanan bazı kişilerle davaları birleştirildiğinden, sanık sayısı sekseni aşar. Yargılananların içinde, ayaklanmada çok önemli rol oynamış kişiler de vardır. Şeyh Said, damadı ve Varto yöresi komutanı Melikanlı Şeyh Abdullah, Tokliyanlı aşiret reislerinden Kamil ve Baba Beyler yöresi komutanı Şeyh Şerif, Darahini İnzibat Komutanı ve Geri Hizmetler Amiri Fakih Hasan (Hasan Fehmi), Palu, Elazığ, Çapakçur yörelerinde çalışan Çanlı Şeyh İbrahim, Harput yöresi asilerini yöneten Şeyh Ali ve Şeyh Celal, Kiğı cephesinde etkili olan Şeyh Hasan, Diyarbakır ve Lice çatışmalarında birlik komutanlığı yapan Garipli Mehmet Bey, ayaklanmaya katılan Şeyh Abdullah ve daha birçokları bulunmaktadır. Bu sebeple dava, etkinliği yönünden, İstiklal Mahkemesi'nin ele aldığı en önemli dava olmuştur. Avineli Kamil Bey ve diğerleri de bu kişilerle birlikte yargılanacaksa da, onun adı artık ikinci planda kalacaktır.

Sanıkların ilk duruşması 26 Mayıs 1925 Salı günü çok kalabalık bir dinleyici topluluğu önünde, Milli Sinema Salonu'nda başlar. Ad yoklamasının yapılmasından sonra söz alan Savcı Süreyya Bey, sanıklar hakkındaki ilk iddiasını okur. İddianamede, 'Türk ülkesinin Doğu illerinin bir kısmında bütün dünyanın çeşitli şekillerde öğrendiği bir ayaklanma olayı yaşanmıştır. Ayaklanma hiç şüphe yok ki, senelerce içeriden ve ayaklanma yöresi dışından yapılmış telkinler ve planlarla eşkıya hareketlerinin fiilen gerçekleşmesiyle olmuştur. Ayaklanma olayı, iddianamede anlatıldığı üzere, güya 'peygamber dininin yükseltilmesi' perdesi altında olmuştur. Halbuki asıl amaç; Türk vatanının belirli bir kısmını anayurttan ayırmak, vatanın birlik ve beraberliğini bozup, dağıtmaktan ibarettir' demekte ve devamla, Şeyh Said'in binlerce halkın ve askerin canını, malını yok etmiş bir vatan haini olduğunu, Şeyh Abdüllatif ve kardeşi İsmail'in ayaklanmaya katılmış, Diyarbakır saldırısında da önerilerde bulunmuş olduklarını, Şeyh Mehmet Şerif'in Elazığ cephesi komutanı olarak ayaklanmada görev aldığını, Şeyh Abdullah'ın Genç ve Varto harekatlarında bulunduğunu, Kasım'ın, Şeyh Abdullah'ın Varto'yu işgal sırasında kendisine katılmış olduğunu, Şeyh Ali ve Şeyh Musa'nın eşkıyaya komutanlık yaptıklarını, Mehmet Mihri'nin ayaklanma öncesi hazırlık döneminde bulunup bulunmadığına dair delil olmamakla beraber, Şeyh Said tarafından hizmete alınmış, daha sonra ayrılmış olduğunu, Baba Bey ve Kamil Bey'in birer asi şefi olduklarını, diğer sanıkların da ayaklanmaya katılmış ve aynı amaç için çalışmış olduklarını ve soruşturma evrakının, mektup ve yapılacak sorgu esasına göre yargılanmalarını ister.

Savcının iddiasından sonra Şeyh Said'in sorgusuna geçilir; Altmış küsur yaşında olduğunu, medresede okuduğunu belirttikten sonra, ayaklanmanın çıkışı konusunda ; 'Kitaplarda gördük, İmam ve vakit şeriatın hükümlerini uygulamazsa ayaklanma vaciptir. Hükümete şeriat meselesini anlatmak istedik. Hiç olmazsa bir kısmının uygulanmasını teklif edecektik. Allahın kaderi beni bu işe düşürdü. İçine bir düştüm, bir daha çıkamadım' diyerek olayın kendi iradesinin dışında, kaderin etkisiyle 'seren vacip' olduğu için çıktığını, ayrıca, 'Sebil'ür-reşat'ın yazdıklarının kızgınlıklarını çoğalttığını ve özellikle Piran'daki çatışma olayının bu ayaklanmaya esas olduğunu ileri sürer ; 'Yunan ordusu İslamiyetin merkezini ayaklar altında çiğnerken, Cihad'ın farzlarını neden yerine getirmediniz?' sorusuna karşılık, 'o zaman perişan ve göçmendik, vaktimiz yoktu' cevabını verir. Savcılıkta yapılmış olan ilk sorgusunda da olduğu gibi, ayaklanmanın önceden hazırlandığı ne kendisinin ne de oğullarının bilgisi olmadığını, oğlunun İstanbul'a iş için gittiğini, ayaklanmanın ne dıştan ne de içten teşvik edilmediğini, kendisinin düşüncesi ile 'din' için yapıldığında ısrar etmektedir. Eğer Diyarbakır'ı alsa imiş, 'kısas' uygulayacağını, yalancının dilini, hırsızın elini keseceklerini, çünkü bunun dinin emri olduğunu; içkinin yasaklanıp medreselerin açılmasını sağlayacaklarını, dünyanın Peygamber'in yaşadığı devir kadar mutlu olmasını amaçladıkları için ayaklandıklarını belirtir. 'Fetihten sonra bağımsız bir Kürdistan krallığı yapacaktınız, öyle mi?' sorusuna, buna niyetleri olmadığını, şeriatı uygulamak istediklerini, hükümetin üzerlerine bu kadar asker yollayacaklarını ummadıklarını söyler. Din uğruna ayaklandığı halde, Müslüman Türk askerine nasıl ateş ettiğini açıklamasını isteyen çeşitli sorular karşısında, onların da Müslüman olduğunu kabul eder. Lice Müftüsü'ne yazdığı mektupta, 'intikam' aşkından söz ettiği hatırlatılınca, bunu farkında olmadan imzaladığını ileri sürecektir.. 'Asker-i Rum' nedir sorusuna, 'Biz Kürtler, Türk askerine asker-i rumi deriz. Tabirdir öyle deriz' cevabını verir. Şeyh Said ayaklanma ile ilgili her soruya ısrarla, ayaklanmanın 'din' düşüncesiyle yapıldığını, önceden planlanmadığını, Kürtlük davası gütmediğini, hatta eski Bitlis mebusu iken sonradan ayrılmış olan Yusuf Ziya'nın, bir gün kendisine geldiğini, Kürdistan kurulması düşüncesinde olduğunu, fakat bu görüşe katılmadığını söyler. Savcı Süreyya Bey söze karışarak, bu ayaklanma olayında din hükümlerinin mazeret gösterilemeyeceğine dikkat çeker. Şeyh Said'in savcılıkta verdiği ifade ile mahkemedeki ifadeleri birbirini tutmamaktadır.

Seyyid Abdülkadir ile birlikte yargılanmış ve beraber asılmış olanlardan Kör Sadi ve Kemal Fevzi, idama giderlerken 'Yaşasın Kürtlük Mefkûresi, yaşasın Kürt hükümeti ' diye bağırmış, Hacı Ahdi namıyla tanınan Mehmet Tevfik de ayaklanmanın Kürtlük ve Kürt hükümeti davası olduğunu açıkça söylemiş olmalarına rağmen, Şeyh Said, ayaklanma konusunda, önceden bilgisi olmadığında ısrar etmektedir. Kürtlük davası gütmediğine, ayaklanmanın daha önceden planlanmadığına, tesadüf sonucu çıktığına mahkemeyi inandırmaya çalışmaktadır. 17 Ocak 1925 tarihli, Şeyh Mustafa'nın oğlu Şeyh Şerif'e yazdığı bir mektupta, ertesi gün oraya geleceğini, kendisi gelinceye kadar hiç bir şey yapılmamasını ve emanetler dediği silah ve cephanenin teslim alınmasını istemektedir. (Devam Edecek).