5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü, aynı zamanda Türkiye'de kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı gündür.

1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile kadınlara önce belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma, ihtiyar meclislerine seçilme hakkı tanındı. 5 Aralık 1934'te de milletvekili seçme ve seçilme hakkı verildi.
Kadınların ilk kez oy kullandığı ve aday olabildiği seçimler 8 Şubat 1935'te yapıldı. 18 kadın milletvekili ilk kez TBMM'ye girdi.

BİR İLERİ İKİ GERİ..!!
2000'li yılların başlarında Avrupa Birliği'yle uyum yasalarını çıkarırken kadın haklarına ilişkin pek çok olumlu adım atanlar, son zamanlarda tam tersini savunan politikalar izlemeye başladılar.
11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi ismiyle anılan 'Kadınlara Yönelik Şiddet, Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ni imzalayan ilk ülke Türkiye'ydi.
8 Mart 2012'de Resmi Gazete'de yayımlandığı an iç hukukun bir parçası haline gelen sözleşmenin ana çerçevesi toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine dayanıyor. Ancak son yıllarda sözleşme koşullarına uymayan söylem ve tavırlar, kadınların mevcut haklarını kaybetmeye başladıklarına dair kaygılar yaratıyor.

EŞİTLİK Mİ ADALET Mİ?
Son dönemde bazı siyasetçilerin ve bazı kurumların 'Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz çünkü o fıtrata terstir' söylemleri Türkiye'de eşitlik kavramının sorgulanmasına neden oluyor.
Toplumu 'inanç kurallarına' göre düzenlemeye meraklı çevreler 'toplumsal cinsiyet eşitliği' yerine ısrarla 'toplumsal cinsiyet adaleti' kavramını dayatmaya çalışıyorlar.
'Toplumsal cinsiyet adaleti' denen şey; kadının sadece 'erkeğin eşi' olarak tanımlandığı, onunla aynı haklara; aynı etik ve politik toplumsal statüye sahip olmadığı hiyerarşik(!) bir düzendir. Bu düzenin savunucuları 'kadın ve erkek farklı yaratıldıkları için aynı haklara sahip olamazlar' noktasında çakılı durmaktadırlar. Ülkeyi yönetenlerin de zaman zaman aynı düşünceyi savunan söylemleri tartışılan kavramı gittikçe 'yasallaştırmaktadır.'

BAKANLIĞIN ADI NEDEN DEĞİŞTİRİLDİ?
Mevcut siyasi iktidarın kadın hakları konusunda başlangıçtaki politikalarının değiştiğini gösteren hamlelerinden biri de, daha önce 'Kadın ve Aileden' sorumlu olan devlet bakanlığının adının Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olarak değiştirilmesi oldu. Bu değişimler sonrası tüm söylem ve uygulamalarda, birey olarak kadının haklarından çok, ailenin önemi ve korunması öne çıkmaya başladı.
Son yıllarda İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere uluslararası yükümlülüklerden vazgeçme eğilimi gösterilmesi, kadına yönelik şiddet olaylarında artışa yol açtığı gerekçesiyle de eleştiriliyor.

CUMHURİYETİN KADINLARI...
Kadın hakları, sadece kadınlara ait bir sorun değil, toplumsal gelişme ve ilerleme sorunudur. Bir ülkede kadınların toplumdaki yeri, demokratikleşme ve aydın sorumluluğunun bir göstergesidir. Bunu çok iyi bilen Cumhuriyetin 'unutulmaz' kurucu kadroları, ilk on yıl içinde, kadınların ailede, eğitimde, toplumsal yaşamda ve siyasette 'eşit haklara sahip birey' statüsünü kazanmalarını sağlayan yasal ve yapısal devrimleri hızla yaşama geçirdiler.
Henüz 'BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi', 'İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi', 'Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW)' gibi uluslararası sözleşmelerin, kadın-erkek eşitliğine yönelik çalışmaların dünya gündeminde bile olmadığı bir dönemde çıkarılan Eğitim Birliği Kanunu, Türk Medeni Kanunu gibi kanunlar ile kadınlar 'yurttaş' olarak yasalarda yer alan haklardan eşit koşullarda yararlanmaya başladılar.
5 Aralık 1934'te Türkiye Cumhuriyeti'nde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınırken, o dönemde Avrupa'nın birçok ülkesinde kadınların bu hakkı bulunmuyordu.
Kadın hakları konusunda 85 yıl önce bu kadar önde giden Türkiye'nin bu günde aynı hız ve bakış açısıyla yoluna devam ettiğini söyleyebilir miyiz?