Mustafa Kemal, Hilafetin kaldırılması ile ilgili bir konuşmasında şunları kaydediyor;
'Bunca yüzyıllarda olduğu gibi, bu gün de, kavimlerin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak, bin bir türlü siyasi ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için, dini, alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içeride ve dışarıda var olmaları, bizi, bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki henüz uzak bulunduruyor. Beşeriyette, din hakkında gerçek duygu ve bilgi, her türlü hurafelerden arınarak, gerçek bilim ve teknik nurlarıyla temizlenmiş ve olgunlaşmış duruma gelinceye kadar, din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır'.
Atatürk, devrimin ruhunu daha iyi açıklayan ve bunu kültür ve düzen değişmesi olarak ifade eden en önemli konuşmasını 5 Kasım 1925 tarihinde, Ankara Hukuk Fakültesi'nde yapmıştır. Bu konuşmayı şöyle özetlemek mümkün;
'Cumhuriyetin idare merkezinde bir hukuk okulu açmak durumu bugünkü toplantımızı hazırlamış bulunuyor. Bugün tanık olduğumuz olay, yüksek memur ve uzman bilginler yetiştirmek girişiminden daha büyük önem taşır. Yıllardan beri süre gelen Türk Devrimi, varlığını ve zihniyetini, sosyal yaşamın kaynağı olan yeni hukuki esaslarda saptayıp, sağlamlaştırma çarelerine girişmiştir. Türk Devrimi nedir? Bu devrim, kelimenin ilkin düşündürdüğü anlamdan başka, ondan daha geniş bir değişikliği anlatmaktadır. Bugünkü devletimizin şekli, yüzyıllardan beri gelen eski şekilleri ortadan kaldıran en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin varlığı için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağlar, yüzyıllardan beri gelen ortak şekil ve niteliğini değiştirmiş, yani millet, din ve mezhep bağı yerine, Türk milleti bağı ile bireylerini toplamıştır. Millet, milletlerarası mücadele alanında hayat ve kuvvet sebebi olacak havanın ve aracın, ancak çağdaş uygarlıkta bulunabileceğini, değişmez bir gerçek olarak ilkeleştirmiştir. Kısacası millet, saydığım değişiklik ve devrelerin doğal ve zorunlu gereği olarak genel yönetiminin ve bütün yasalarının ancak dünyevi ihtiyaçlarından esinlenmiş ve ihtiyacın değişme ve gelişmesiyle, durmaksızın değişmesi ve gelişmesi esas olan dünyevi bir hayat anlayışını yaşam nedeni saymıştır. Şimdi vücuda gelen bu büyük eserin Devrim ve Cumhuriyet zihniyetini, ihtiyaçlarını karşılayacak yeni hukuk esasları ve yeni hukukçuları kazanmak, ortaya çıkarmak için girişim zamanı gelmiştir. Sanırım ki, Ankara Hukuk Okulu ile, Cumhuriyet Hukukunu yalnız dış ve sözlü şekliyle değil, fakat bilinçler ve anlayışlar niteliği ile kanunları ile ve hukukçuları ile açıklayacak ve savunacak tedbire koyulmuş oluyoruz. Türkiye Cumhuriyeti'nde eski hayat kuralları ve eski hukuk yerine, yeni hayat kurallarının ve yeni hukukun yer alması, bugün duraksama kabul etmez bir olupbittidir. Bu olupbitti, sizin kitaplarınızda ve uygulanacak kanunlarınızda anlatılacak ve açıklanacaktır. Türk Milletinin, çağdaş uygarlığın niteliklerinden, verimlerinden yararlanmak için, en az üç yüz yıldan beri gösterdiği çabaların, ne kadar üzücü ve acı engeller karşısında hiç olduğunu, üzülerek ve uyanışla göz önüne alarak söylüyorum. Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul'un fethini düşününüz. Bütün bir evrene karşı İstanbul'u sonsuzluğa kadar Türk toplumuna kazandırmış olan kuvvet ve kudret, yaklaşık olarak aynı yıllarda icat edilmiş olan Matbaayı, Türkiye'ye sokmak için, zamanın hukuk adamlarının uğursuz kuvvetini göğüslemek gücünü gösterememiştir. Köhne hukukun ve mensuplarının matbaanın ülkemize girmesine müsaade etmeleri için, üç yüz yıl duraklamaları ve gözetlemeleri, lehte ve aleyhte pek çok kuvvet ve kudret kullanmayı beklemiştir. Eski hukukun ve ona mensup olanların, yeni devrim dönemimizde doğrudan doğruya bana gösterdikleri zorluklardan örnekler verirsem sizi yormak tehlikesine düşeriz. TBMM'nde egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunu belirten kanunu önerttiğim zaman, bunun Osmanlı Anayasası'na uymadığından söz ederek karşı gelenlerin başında, yine eski ve bilimsel erdemliği ile milleti aldatan ünlü hukukçular bulunuyordu. Büsbütün yeni kanunlar çıkararak, eski hukuk esaslarını temelinden kaldırmak girişimindeyiz ve yeni hukuk esaslarıyla, alfabesinden öğretime başlayacak bir yeni hukuk kuşağını yetiştirmek için bu kuruluşları açıyoruz'
Hilafet Sorunu
Hz. Peygamber (SAV)'in vefatı üzerine İslam devletinin ve İslam toplumunun bir yöneticiye ihtiyacı vardır. Bu nedenle dini ve dünyevi bir lider olan sevgili Peygamber (SAV)'in vefatıyla, dini önderlik bitmiş, dünyevi önderlik devri başlamıştır. Hatta Müslümanların fırkalara ayrılması, yeni yeni mezheplerin ortaya çıkışı da bu dünyevi önderlik sorunu ile bağlantılıdır. Özellikle Şia meselesi, Hz. Ebubekir ile Hz. Ali arasındaki mücadeleler, Hariciler meselesi vb. gibi sorun ve ayrışmalar, yüzyıllar sonra Anadolu inançlarını da etkilemiş Alevilik vb. meselelerin kökeninde de bu sorunun başlangıcı olan Hilafet meselesi yatar. İslam'ın manevi ve siyasi birliğini sağlayacağı umudu ile ele alınan bu müessese, yararsız duruma gelince, bıraktığı izler ve gelenekler bakımından Osmanlı Devleti'ni duraklatan, hatta gerileten bir hal alacaktır. 1517 tarihinde Kahire'yi alan Yavuz Sultan Selim, hilafeti resmen Osmanlı Hükümdarlarının eline geçirmiş ve kendisi halife olmuştur. Ne var ki, bir doktrin haline getirilmeye çalışılıp, siyasi bir müessese iken daha dini bir alana çekilmek istenmesi, hatta ilahi alan ile iç içe sokulmak istenmesi, bir çok sorunu beraberinde getirecektir. İslam bilginlerinden El- Şahrestani'nin; 'İslam tarihinin her döneminde hiçbir dinsel inancın, hilafet kadar anlaşmazlığa ve kan dökülmesine sebep olmadığını' kaydetmesi çok manidardır.

Hilafet İkliminde Laiklik
1 Kasım 1922 tarihinde Saltanat yönetiminin kaldırılmasından sonra, artık 'sakıncalı bir sorun olduğu' görülmesine rağmen, insani ve hukuki şartların oluşmaması nedeniyle, hilafetin kaldırılmasına girişilememiş, Sultan Abdülmecid, TBMM tarafından halifeliğe getirilmiştir. Şartlar yavaş yavaş oluşmaya başlayınca, Atatürk'ün planı gereğince hilafet sorunu da ele alınmaya başlanacaktır. 3 Mart 1924 tarihinde hilafet üzerine ateşli tartışmalar yapılan toplantılarda, Adalet Bakanı Seyit Bey söz alarak, geniş bilgi ve incelemelerine dayanan bir konuşma yapar. Bu konuşmada şu detayların altını çizmektedir;
'Sorun çok önemli olduğundan ve hatta tarihimizde ve belki de toplumsal olaylar arasında en büyük bir Devrim demek olduğundan, bu yolda ne kadar konuşulsa azdır' diyerek başlayan Bakan, daha önce konuşanların düşüncelerine saygı gösterdiğini belirttikten sonra, kendisinin bu konuyu uzun zamandan beri incelediğini, araştırmalar yaptığını ve bunlara dayanarak konuşacağını, evvelce bir kitap yayınladığını açıklar. Konuşmasının devamında ; 'Dediğim gibi, İslam tarihinde büyük bir devrim yapıyoruz, diyebiliriz ki, bundan daha büyük bir devrim olamaz, bundan ötürüdür ki, zihinler hep bununla meşguldür, kalpler kuşku ve duraksama içindedir. O halde hepimizin vicdan ve kafalarımızı aydınlatmak, bilinçli harekete koyulmak lazımdır'
Seyit Bey, konuşmasının devamında genel olarak şu hususları vurgular;
'Asıl amacım meselenin dini yönünü, İslam'ın hilafet sorunu hakkındaki düşünce tarzını açıklamaktır. Siyasi yönünü anlatmak amacımın dışındadır. Ben buna karışmam, onu yüksek meclis çözümler. Hilafet, dini olmaktan çok bir dünya sorunudur. İnanç meselelerinden değil, milletle ilgili hukuk ve kamu işlerindendir, inançla ilgisi yoktur' (Devam Edecek).