'Kendilerini 'Türkiyeli' olarak tanımlamayı yeğ­leyerek ırkçılığa karşı çıktıklarını zannedenler, aslında ırkçılığı körüklediklerinin ayırdına nedense varmak istemiyorlar. Bilmemeleri olanaksız ama, nedense 'Türk' derlerse ülkedeki çeşitli ırkları yok saydıklarını sanma­yı sürdürmeye niyetli görünüyorlar. Atatürk'e ve laik Cumhuriyet'e kızgınlıklarını duy­gusallıktan kurtarıp, irdeleyebilseler, 'Türk' kavra­mının herkesin Türk ırkından geldiğini değil, ulusallığın simgesi olarak kullanıldığını görecekler.'(Orhan Erinç)

Birinci Dünya Savaşı sonunda, Dünya, 'Batı' ve 'Doğu' olmak üzere ilk kez iki ideolojik bloğa ayrılır. Demokratik rejimler karşısında ilk kez, proletarya diktatörlüğü iddiasıyla, sosyalist bir devlet (Sovyetler birliği) kurulur. Türkler kendi devletlerini kurmak için bu iki ateş arasından geçmek zorundadır. Demokrasi- Komünizm diyaloğu devam ederken yine iki dünya savaşı arasında 'Faşizm' üçüncü bir rejim olarak ortaya çıkmış ve çeşitli modelleriyle yayılmıştır. Yeni Türk devleti, dünya politikasına girerken, bu son unsuru da hesaba katarak, tutumunu ayarlama gerekliliğini duymuş ve başarılı bir yol izlemiştir. Osmanlı politik tutumu bu bakımdan, tarihe mal edilmiştir. Milli kurtuluş hareketine devrim boyutları veren unsur belirli bir doktrin temelli oluşmayıp, Türk devrim hareketi büyük çapta siyasi-askeri bir eylem biçiminde gelişmiştir. Türkler, siyasi bilinçlerini bu eylem içinde kazanma yoluna girmişlerdir. Siyasi bir bilinç, çoğulculukta belirli bir demokratizasyonu gerektirir. Demokratizasyon, vatandaşın toplumsal oluşa, siyasal kararlara katılmasını şart koşar. Bu tutum, Osmanlı yönetiminde yoktur, Türk millî devriminde ise vardır.
Osmanlı yönetimi, 16. yüzyıldan itibaren halktan kopmuş ve feodalleşmiştir. Osmanlı sistemi ; memur zümresine dayanarak kapalı (tekçi) bir siyasi hayat içinde işleyen bir mekanizma biçimini almıştır. Ayrıca bu yönetim, doğrudan doğruya yabancı (emperyalist) kumanda altındadır. Osmanlı-Batı diyaloğu ; borçlanarak yaşama ve borçlandırarak yaşatma ülküsüne dayanmaktadır. Böyle bir oluşum içinde Osmanlı Devleti'nden ve hükümetinden söz edilebilirken, 'Osmanlı Milleti'nden söz etmek olanaksızdır.. Osmanlı'da 'Millet' dinsel bir arka planı, dinsel bir temeli içermektedir. 'Osmanlılık', siyasal, ekonomik ve hukuki anlamı ile 'Millî' bir gerçeklik alanı değildir.
Yeni Türk devleti, yeni bir yönetime dayanmaktadır. İlk olarak 'Türk Milleti', tarih sahnesine aktif bir kuvvet olarak çıkmaktadır. Eğer bu dönem iyi incelenirse milletin, Anadolu'nun milli kuvvetleri ile ters düşmediği görülür. Türk devrimi, bir halk tabanına dayanır. Her Türk, millî mücadelede 'millî bir kimlik' olmuştur. Devrimci siyasi iktidar, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde tüm kuvvetleri kendisinde toplamış bir mecliste, kollektif ve temelinde seçim olan bir organda bir araya getirmiştir. Meclisin başkanı kişiselleşmiş bir iktidar kadrosu içine zamanla girecektir. Yeni iktidar iç ve dış engellerle (emperyalist sömürgeci devletler), hiç taviz kabul etmeden çarpışmıştır.
Atatürkçü yönetimin varmak ve gerçekleştirmek istediği amaç ; 'İstiklal-i Tamme'dir (tam bağımsızlık). Atatürkçülüğe göre, istiklalsiz bir millet, uygar dünya içinde, uşak olma düzeyinden daha yüksek bir yere çıkamaz. Dünyanın çok zor koşulları içinde girişilmiş olan Türk devriminin amacı; çürümüş Osmanlı siyasal ve sosyo-ekonomik yapısını değiştirme amacına dayanmaktadır. Türk devriminin, siyasi alanda getirdiği demokratizasyon; katılım, çoğulculuk ve sosyal uyanışın en güçlü şekli olan siyasal bilinçlenmeyi yaratmıştır. Demokrasi biçim değildir. Özdür ve bir yaşam biçiminin adıdır.

İlk Anayasal Belge Sened-i İttifak
Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa başkanlığında bir tarafta ayanlar, diğer tarafta devletin ileri gelenleri arasında 29 Eylül 1808'de Kağıthane'de 'Meşveret-i Âmme' denilen büyük bir toplantı yapılır. Toplantıda alınan kararlar 'Sened-i İttifak' adı verilen bir belgede toplanır. Bütün bunlara rağmen, Osmanlı Devleti'nin taşrası, ayanlar ve hanedanlar arasında fiilen paylaşılmış durumdadır.
Sened-i İttifak, devlet otoritesini güçlendirmek arayışı içinde olan merkezi iktidarın, feodal kırıntılar olan yerel güçlerin bir kısmıyla vardığı bir geçici uzlaşma olarak görülebilir. Sened-i İttifak ile, devlet iktidarının sınırlanabileceği düşüncesini içerdiği, dolayısıyla padişahın böylece kendi iktidarının sınırlanabilirliğini zımnen kabul ettiği söylenebilir. Sened-i İttifak içinde Türk ve Türklüğe dair bir imge aramak anlamsızdır. Bu anayasal metnin içeriğinde milletlere ve ırkî olgulara da bir atıf görülmemektedir. Sened-i İttifak'ın özünde bir 'Osmanlılık' anlayışını görmek mümkündür. Dolayısıyla 'Millî' denebilecek bir özden bahsetmek mümkün değildir.
Sened-i İttifak anayasa değil, anayasal bir belgedir. Niteliği itibarıyla devlet iktidarının daha doğru bir ifade ile merkezi otoritenin sınırlandırılmasına ilişkindir. Ancak, Türk tarihinde ilk kez devlet iktidarının sınırlandırılabileceği düşüncesi Sened-i İttifak ile ortaya çıkmıştır.

Tanzimat Fermanı
Osmanlı Anayasal gelişiminin ikinci aşaması, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı'dır. Bu fermanda, devletin bütün 'uyrukları' için can, mal ve ırz güvenliği vaadedilmiş, vergi ve askerlik işlerinin bir düzene bağlanacağı söylenmiştir. Batı dünyası Amerika ve Fransız devrimlerinden sonra 'Anayasacılık' hareketleri ile, Osmanlı Devleti'ndeki 'Milliyetçilik' akımları Osmanlı Devleti'ndeki mevcut yönetim sistemini zorlamaktadır.
Ferman, bazı temel haklara değinmekle, bir anlamda Osmanlı Devleti'nin teb'ası karşısındaki rol ve sorumluluğunu düzenlemektedir. Dinsel ayrım yapılmaksızın bütün Osmanlı teb'asına eşit ve adil şekilde can, mal ve şeref güvencesi tanınmaktadır. Ferman, teb'anın haklarını korumanın devletin temel sorumluluğu olduğunu vurgulamaktadır. Tanzimat Fermanı hukukî biçimi itibarıyla bir fermandır. Fermanda hükümdar, tek taraflı olarak, kendi isteğiyle, Osmanlı teb'asına birtakım haklar tanır. Tanzimatın ve fermanın ruhunda bir 'Osmanlıcılık İdeolojisi'ni görmek mümkündür. Dolayısıyla burada da 'Millî' bir tavırdan bahsetmek oldukça zor olup 'Türk' ve 'Türklük'e dair bir içeriğin olmadığı da açıktır.

Islahat Fermanı
Islahat Fermanı, Kırım Savaşı'nın son zamanlarında hazırlanarak Paris Antlaşması'nın imzalanmasından altı hafta önce, 28 Şubat 1856'da Bab-ı Âlî'de ilan edilmiş ve Paris Antlaşması'nı hazırlayan devletlere de bildirilmiştir. Islahat Fermanı, padişah tarafından yayınlandıktan sonra dış ilişkiler bakımından Batılı devletlerin ve özellikle Rusya'nın müdahalelerine dayanak oluşturmuş, içeride ise özellikle Hıristiyan milletlerin bağımsızlık hareketlerinin başlangıcı, tetikleyicisi olmuştur.
Padişah tarafından ferman biçiminde ilan edilen 1856 tarihli Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı'ndaki vaatleri yenileyen ancak bununla beraber din farkı gözetilmeden bütün devlet uyruklarının eşit işlem görmesi ilkesini getiren bir belgedir. Islahat Fermanı'nın hukukî biçimi Tanzimat Fermanı'nınki gibidir. Yani hukukî biçimi bakımından Islahat Fermanı da bir fermandır. Islahat Fermanı'nın en önemli özelliği, Müslümanlar ile Gayr-ı Müslimler arasında her yönden tam bir eşitlik sağlamaya çalışmaktır. Din, vergi, askerlik, yargılama, eğitim, devlet memurluğu ve temsil alanında o zamana kadar olan farklar kaldırılmaktadır.
Sonuç olarak, Islahat Fermanı, Sened-i İttifak ile başlayan, Tanzimat Fermanı ile devam eden Osmanlı anayasacılık hareketleri içinde süreci devam ettiren ve geliştiren önemli bir adım olmakla birlikte 'Millî' bir nitelik taşımaz. Burada da temel ideoloji 'Osmanlıcılık-Osmanlılık İdeolojisi'dir. (Devam Edecek).