İlk Anayasa: Kanûn-ı Esasî

Batı'nın anayasal gelişmelerini izleyebilen küçük bir aydınlar zümresi, anayasacılık akımının doğmasını hızlandırmıştır. Genç Osmanlılar (Jön Türkler) adlı grup, Osmanlı Devleti'nin, çöküntüden kurtarılabilmesi için, meşrûtî (anayasalı) bir monarşiye geçilmesini, yani padişahın yetkilerinin kurulacak bir meclisle sınırlandırılmasını gerekli görüyordu. Bu akımın etkisiyle, 1876 yılında Türk tarihindeki ilk 'Anayasa' Kanûn-ı Esasî ilan edilecektir.
Kanûn-ı Esasî, padişah tarafından atanan Cemiyet-i Mahsûsa isimli bir kurul tarafından hazırlanmıştır. Tasarı Mithat Paşa'nın başkanlığındaki Heyet-i Vükela'dan geçmiştir. Sonuç olarak da Padişah tarafından kabul ve ilan edilmiştir. Ancak Kanûn-ı Esasî, halkı temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmamıştır. Ayrıca Kanûn-ı Esasî'nin kabulü için halkoyuna da başvurulmamıştır. Kanûn-ı Esasî, hukukî olarak padişahın tek taraflı bir işleminden doğmuştur. Kanûn-ı Esasî, hukukî biçimi itibarıyla da bir fermandır. Özetle, Kanûn-ı Esasî ile; anayasanın da ilan edilmesiyle, devletin siyasi yönetimi değiştirilerek, bir meşrutiyet rejimi kurulmaya çalışılmış, Osmanlı Devleti'nde bulunan mutlak monarşi yıkılarak, bunun yerine meşrûtî monarşi kurulmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte, devletin geleneksel yapısı ve özellikleri genel itibariyle korunmuştur. Bir parlamento kurulmasına rağmen, padişah, yasama ve yürütme yetkilerinden vazgeçmemiştir.
Kanûn-ı Esasî'de egemenliğin kime ait olduğu hususunda açık bir hüküm yoktur. Kanûn-ı Esasî, gerçek bir meşrutiyete geçişi değil ancak mutlakiyetten çıkışı ifade eder. Monarşi kendi gücünü sınırlayarak mutlak ve tek güç olmaktan çıkıp ılımlı, anayasalı ve parlamentolu hale gelmekte, yalnız buna rağmen henüz anayasal ve parlamentolu bir meşrûtî niteliğe kavuşmuş olmamaktadır.

Millî Anlayışların Uyanması ve II. Meşrutiyet

Sultan Abdülhamid, Mithat Paşa'yı Kanûn-ı Esasî'nin uygulanma sürecinde 5 Şubat 1877'de Meclis-i Mebûsan toplanmadan azleder ve sürgüne gönderir. Kanûn-ı Esasî'nin daha ilk senesinde Rusya ile 'Doksanüç Harbi' çıkmıştır. Abdülhamid, Meclis-i Umûmî'yi, Kanûn-ı Esasî'ye uygun olarak 14 Şubat 1878'de 'tatil' etmiş, ama buna rağmen bir daha toplantıya çağırmamıştır. Abdülhamid bu aşamadan sonra da adım adım mutlakiyetçi bir rejim kurmaya çalışacaktır. Bu dönem doğal olarak fazla uzun sürmez. Nitekim çok geçmeden sahneye 'Jön Türkler' çıkar. Amaçları 'devleti kurtarma' olan bu kişiler kısa süre içinde padişaha karşı muhalefetin merkezi haline gelirler. Osmanlı Devleti'nin sosyal ve kültürel dokusu, Jön Türkler'in siyasal ve sosyal düşüncelerinin oluşmasında kaçınılmaz olarak önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı Devleti'nde güçlü bir topluluk geleneğinin olması, Jön Türkler'i, bireyi temel almayan, birleştirici bir 'milli kültür' arayışına yönlendirmiştir. Tıpkı Tanzimatçılar gibi Jön Türkler'in de ikincil amaçları 'özgürlük' ve 'anayasal haklar'dır. Jön Türkler'in asıl amacı, Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını önleyerek devleti kurtarmak, devlet mekanizmasını yeniden teşkilatlandırmaktır. Jön Türkler için özgürlük ve haklar gibi değerler ikincil ve daha çok talî bir önem taşımaktaydı. Bununla beraber yurtdışında da basın faaliyetleri ve teşkilatlanma başlamıştır. 'Meşveret', 'Osmanlı', 'İntikam', 'Kanûn-ı Esasî' gibi gazeteler Osmanlı Devleti'nin çeşitli halklarına yayın yapmaktadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1896 ve 1897'de iki başarısız darbe girişimi olmuştur. 1899'da, Jön Türk hareketini güçlendiren bir başka destek daha belirecektir. Almanya ile zamanın Osmanlı Devleti padişahı olan Abdülhamid arasındaki yakınlığın Bağdat demiryolu işinin Almanlara verilmesiyle artmış olması, bir kısım İngiliz sermaye grupları ile umutlarını İngiltere'ye bağlamış olan bazı Osmanlı çevrelerini Jön Türk hareketini desteklemeye yöneltecektir. Sonuçta 1908 yılında Rumeli'deki askeri birliklerin isyana başlamasıyla, padişah Abdülhamid, Kanûn-ı Esasî'yi yeniden yürürlüğe koymak zorunda kalacak ve Osmanlı Devleti'nde İkinci Meşrutiyet dönemi başlayacaktır.

Meclis-i Mebûsan Toplantıya Çağırılıyor
Sultan Abdülhamid 23 Temmuz 1908 tarihinde Meclis-i Mebûsan'ı toplantıya çağırır. Daha sonra ise seçimlerin yapılması gereklidir. İkinci devre Heyet-i Mebûsan'ın kabul ettiği, 30 yıldır padişahın onayını bekleyen 'İntihab-ı Mebûsan Kanunu' hazırlanır ve bu onaylanarak yürürlüğe konur. Seçimler Kasım-Aralık 1908'de yapılır. Seçimlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti çok önemli bir rol oynar ve seçimleri İttihat ve Terakki Cemiyeti listeleri büyük ölçüde kazanır. Yeni Meclis-i Umûmi 17 Aralık 1908 günü padişahın söyleviyle açılır. Uzun bir süre etkin bir şekilde çalışır. Kanûn-ı Esasî o dönemdeki yöntem ve şartlarda olmamasına rağmen 13 Ocak 1909 yılında dönemin hükümetleri hakkında güven oylaması yapılır ve 13 Şubat 1909 Kamil Paşa hükümetini güvensizlik oyuyla düşürülür. Meşrutiyete karşı olanların kışkırttığı '31 Mart Vakası' adı verilen gerici ayaklanma, 13 Nisan 1909'da (31 Mart 1325), İstanbul'da başlamış, Selanik'ten gelen Hareket Ordusu 24 Nisan 1909'da İstanbul'a girmiş ve ayaklanmayı bastırmıştır. 27 Nisan 1909'da Meclis-i Umûmi-i Millet, İstanbul'da toplanmış ve padişahın tahttan indirilmesi sorununu görüşmüştür. Meclis, Sultan Abdülhamid'in 'tahtan indirilmesine' ve Mehmed Reşad'ın 'tahta çıkarılmasına' karar vermiştir. Sultan Abdülhamid Selanik'e gönderilmiş ve bu tarihten sonra padişahın siyasi yönetimdeki etkisi azaltılmıştır. Osmanlı Padişahı bu tarihten sonra meşrutî monarşideki bir hükümdar gibi, sembolik yetkileri olan bir devlet başkanı haline dönüşmüştür. Böylece ülkede meşrutî monarşi gerçekleşmiş ve Hareket Ordusu'nun müdahalesi, ülkemizde siyasal iktidara karşı ordunun yapmış olduğu ilk doğrudan müdahale olmuştur.

Meclis-i Umûmi Faaliyetleri

31 Mart Ayaklanması'nın bastırılmasından ve Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra güçlenerek yeniden toplanan Meclis-i Umûmi, yoğun, reformist bir yasama faaliyetine girişir. Bu dönemde Anayasada önemli değişiklikler yapılmış, 8 Ağustos 1909 tarihli kanun ile, Kanûn-ı Esasî metninin yirmi bir maddesi değiştirilerek, bir madde kaldırılmış ve üç madde eklenmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki yapılan değişiklilerin aslî amacı yeni bir anayasa yapmak olmamasına rağmen, değişikliklerin önemi o kadar büyüktür ki, değişiklikler adeta yeni anayasa yapmak hükmündedir. Nitekim söz konusu anayasa değişikliklerine '1909 Anayasası' da denmektedir.
1909 değişiklikleriyle Osmanlı Devleti'nin mutlak monarşiden kesin olarak çıktığını ve sınırlı monarşi dönemine girdiğini söyleyebiliriz. 1909 değişiklikleri ile yasama ve yürütme, padişahtan koparak ayrı ve demokratik organlar haline gelmektedir. Artık milleti temsil eden ve yetkileri önceye nazaran arttırılmış bir parlamento, bunun karşısında parlamentoya karşı sorumlu bir bakanlar kurulu ile yetkileri azaltılmış bir monarktan ortaya çıkan gerçek meşrûtî 'Anayasal' bir düzene geçildiğidir. 1909 değişikleri ile yaygın bir sivil örgütlenme ve partileşme dönemine girilmiş, bu dönemde çeşitli görüşlere mensup çok sayıda parti birbirini izlemiştir. Yine bu değişikliklerle beraber Osmanlı Devleti'nde milliyetçi, İslamcı, liberal ve sosyalist fikirlerin kendilerini ifade etme ve örgütlenme imkanı bulduğu görülmüş, ilk işçi hareketlerinin belirmeye başladığı yıllar olmuştur.

Kanûn-ı Esasî'nin Uygulanışı

Kanûn-ı Esasî'de yapılan değişikliklerle Anayasa, demokratik bir meşrûtî anayasa haline getirilir. Ancak gitgide ağırlaşan iç ve dış şartlar ve ülkede yeterli bir geleneğin bulunmaması, bu anayasanın gereği gibi uygulanmasına imkan vermemiştir. Ayrıca anayasal bir rejim perdesinin arkasında, İttihat ve Terakki Partisi'nin yönetim anlayışı da ortaya çıkmıştır. Nitekim 1914 yılında Anayasada yapılan değişiklikle padişahın meclisleri feshetme yetkisi üzerindeki kayıtlar kaldırılarak, Kanûn-ı Esasî'nin ilk haline dönülmüştür. Hatta bu tür değişiklikten önce bile anayasanın fesih yetkisine ilişkin hükümleri farklı yorumlanarak, İttihat ve Terakki tarafından Heyet-i Vükela 1912 yılında istifa ettirilmiş, meclis feshedilmiştir. Osmanlı Devleti 1909 Kanûn-ı Esasî değişikliklerini izleyen dönemde oldukça zor yıllar geçirmiş, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı gibi büyük savaşlara girmek zorunda kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti topraklarının önemli bir kısmı (başkent dahil) işgal altına girmiştir. Her ne kadar Kanûn-ı Esasî, yapılan değişikliklerle yazılı olarak meşrûtî bir anayasa haline gelmiş olsa da pratikte uygulanması mümkün olmamıştır. Merkezi otoritedeki sıkıntılar, meşrûtî anayasal düzenin benimsenememesi ve özellikle Batı Avrupa'daki anayasacılık hareketleri, değişikliklere rağmen Kanûn-ı Esasî'nin gerçek anlamda uygulanmasını engellemiştir. (Devam Edecek).