Balzac'ın sabahlara kadar kahve içme tutkusu vardı.
Roman yazdığı zamanlarda bir gecede kırk fincan kadar kahve içtiği söylenir.
Bir de soyluluk tutkusu…
Aristokrat bir aileden geldiği yalanını uydururdu.
Ve soyadının başına soyluluğun ifadesi olan 'de' sözcüğünü getirerek kendisini 'de Balzac' diye tanıtırdı.
Borç alıp geri vermediği paralarla gösterişli bir aristokrat gibi yaşamaya çalışırdı.
Altın kol düğmeleri takardı...
Onunki yalnızca bir tutkuydu.
Aristokrat bir geçmişe sahip olma tutkusu.
Ne var ki insan, geleceğini değiştirebilir ama geçmişini asla değiştiremez.
***
Dostoyevski'ye gelince…
Hayatı boyunca üstesinden gelemediği kumar tutkusu…
Karısı Anna, güncesinde, Dostoyevski'nin, bütün parasını kumarda kaybettikten sonra çılgına dönmüş bir halde kendisine geldiğini ve ellerinde kalan son on iki Louisden beş Louis daha kendisine kumar oynaması için vermesini istediğini, eğer vermezse delireceğini söylediğini anlatır.
Ebedi ve ezeli kumarbaz!...
Fakat işte…
'Keşke o kumarbaz ben olsaydım,' diyecek çok insan var yeryüzünde.
'Keşke onun o ölümsüz romanları 'Kumarbaz'ı, 'Suç ve Ceza'yı, 'Karamazov Kardeşler'i, 'Delikanlı'yı, 'Budala'yı ben yazmış olsaydım,' diyecek pek çok insan…
***
Charles Bukowski'nin amansız tutkusu ise at yarışıydı.
Öyle ki,
'Bu sıcakta hipodroma araba sürersem Allah belamı versin!' diye kendine kızarken arabasını son hızla hipodroma sürmekten kendini alamazdı.
***
Ve daha öyle tutkuları vardır ki burada sayıp döktüklerimiz gibi…
İyi bir şey midir kötü bir şey midir; yazdıklarına bir katkısı var mıdır yok mudur pek ayırt edemezsiniz.
Onlarınki tutku mu yoksa bir tür delilik mi?
Tutku mu zaaf mı?
Hatta saplantı mı?
Daha da ötesi…
Saçma sapan, aptalca şeyler mi?
Fakat…
Fakat bu insanların sanatta elde ettikleri başarı insanı şaşkınlığa uğratıyor.