Yazı yazmaya devam etmekle etmemek arasında gidip gelirken her gün…
Ve gün içinde farklı farklı kararlar alırken bu konuda…
Mesela sabah ayrı karar, öğlen ayrı, akşam ayrı bir karar…
Sabah uyandığımda, kendime;
'Saçma sapan işlerle uğraşma! Hiçbir şeye yaramayacak yazdığın bu yazılar!' deyip bir daha yazı yazmamaya karar vermişken; akşam, gün batarken,
'Bu bir oyun. Kendini bu oyuna inandırmak zorundasın. Aklını başında tutmak için! Yaşamaya devam etmek için…' deyip yazı yazmaya devam etmeye karar veriyorum yeniden.
Onun için, biliyorum, yazmaya devam etmeyeceğim desem de son bir yazı daha, son bir yazı daha diye diye yazmaya devam edeceğim.
***
Dışarı çıktım akşamüzeri, zihnimdeki bu gelgitlerle uğraşıp dururken.
Ve kitapçıya gittim doğruca, bir daha kitapçıya gitmeyeceğim, dediğim halde.
Kendimle baş edemiyorum. Kendime verdiğim hiçbir sözü tutmuyorum.
Bukowski de bir daha hipodroma gitmeyeceğine dair kendi kendine yemin billah ediyordu.
At yarışı hastasıydı Bukowski.
'Bu havada hipodroma araba sürersem Allah belamı versin!' diyordu ama…
Ama kesin olarak hipodroma gidiyordu, o külüstür arabasıyla hipodrom yolunu tozu dumana katarak.
***
Kitaplara bakarken, Samipaşazade Sezai'nin 'Sergüzeşt'i geldi elime.
Samipaşazade, Tanzimat Dönemi yazarı.Sergüzeşt'i günümüzden yüz otuz iki yıl önce, 1888'de yazmış.
Tanzimat Edebiyatı yazarlarının,Fransız İhtilali'nin de etkisiyle kendilerini kaptırdıkları romantizm akımından realizm akımına geçişlerinin ilk örneği Sergüzeşt.Her iki akımın da izlerini bulmak mümkün romanda…
***
Sergüzeş!
Macera!
Ne macera ama!
Romanın başkahramanlarındanDilber, Kafkasya'dan getirilmiş bir esir.Konaklarda çalıştırılıyor. Ve hayatı boyunca oradan oraya satılıyor sürekli.Satılırken satılırken köle pazarlarında, bir paşa konağına düşüyor, sonunda.
Asaf Paşa'nın konağına.
Paşa'nın oğlu Celal Bey,Dilber'e aşık oluyor.
Bir paşazadenin bir esire aşık olması!...
Aman Allah'ım!
Kabul edilir bir şey değil bu!
Asaf Paşa, durumu anlayınca, karısıyla birlikte, Dilber'i,Celal'in haberi olmadan bir esir tacirine satıp konaktan uzaklaştırıyor.Ve başlıyorDilber'i aramaya, Celal Bey.
Önüne gelen herkese Dilber'i soruyor; tıpkı, Dostoyevski'nin, 'Başkasının Karısı' hikayesinde sokaklarda karısını arayan kahramanı gibi.
***
Kendinden geçmiş bir halde, keder içinde Dilber'i ararken Celal Bey, kendisinin içinde bulunduğu bu amansız dertten, sevdadan habersiz;tarlalarda çalışan, zihni dertten, tasadan yana boş; mutlu, neşeli bir köylünün söylediği şu türküyü işitiyor:
'Ah aman küçücüğüm
Pek geldi göreceğim
Ahdettim, aman ettim
Yoluna öleceğim.

Yokuştan yoruldun mu?
Sözüme darıldın mı?
Sen bana yar olalı
Boynuma sarıldın mı?

Şimşir yaprağın dökmez
Muhabbet gönülden gitmez
Bu gözler seni gördü
Başkasına hayır etmez.'
Acaba, diyorum, hayatın sonuna doğru hızla yol alırken, neredeyse çocukken uzaklaştığımız köye mi dönüp gitmeli yeniden, zihnimizde ne varsa silip.
Yahut da Sait Faik'in sinemalarından, sokaklarından, caddelerinden; kitapçılardan büsbütün uzaklaşmadan, insan kalabalığından kaçıp şehrin ıssız köşelerine mi gitmeli?
Bu bir çare olur mu, zihin bulanıklığımıza, akıl karışıklığımıza?
Hastanın yatağını değiştirmek ağrılarını dindirir mi?