Şeyh Said Ayaklanması'nın niteliği üzerindeki üçüncü tez, olayı ulusal bir başkaldırma olarak görme eğilimindedir. Örneğin, Mete Tunçay, ayaklanmayı 'dini kisve altında bir Kürt milliyetçilik hareketi' olarak görmektedir. Ancak, ulusu değil de din ve ümmeti odak noktası olarak gösteren, ikincisi, bağımsız ulusal devleti açıkça amaçlamayan bir hareketi milliyetçilik hareketi olarak görmemek gerekir. Bir din adamı olan Şeyh Said'in şeriat ve hilafet konusunda söylediklerini, Mustafa Kemal'in 'halife sultanı kurtarmak' stratejisine benzetmek olanağı herhalde yoktur. Üstelik, ulus duygusunun değil, aşiret duygusunun ön planda olduğu o günkü feodal Kürt toplumunda milliyetçilik hareketi bulunmaması doğaldır. Nitekim öteki beylerin çoğu, Şeyh Said'i yalnız bırakmışlardır. Şeyh Said'in, Kinross'un önerdiği gibi 'Din' yerine 'Kürt Bağımsızlığı'nı bayrak yapacak olması, dışa olduğu kadar birbirlerine de düşman olan diğer Kürt kabilelerini birleştirmek açısından pek bir şey değiştirecek olmasa gerektir.

1925 Doğu ayaklanmalarının doğmasındaki İngiliz rolü gerek o zaman, gerekse günümüzde de fazlasıyla tartışılmaktadır. Bunun nedeni, Kürtlerin İngilizlerle ilişki aramalarına değin, mahkemede ortaya çıkarılan belirtiler, bir de Türk-İngiliz ilişkilerinin Ekim 1924'ten sonra Musul sorunu yüzünden sertleşmesidir. Bu teze karşı çıkan Mete Tunçay, Türkiyedeki Kürtlerin bağımsızlığının İngiliz mandası altındaki Mezopotamya (Irak) Kürtlerini de etkileyeceğini, bu nedenle İngilizlerin (bu ayaklanmadan Musul konusunda yararlanmakla birlikte) isyanı çıkartacak kışkırtmalar yapmış olmasının mantıklı olmadığını söylemektedir. Gerçekten, Anadolu hareketinin bağımsızlık kazanmaktan başka bir şey düşünmediğinin, yani savaştan sonra İngiltere'ye düşman olmayacağının kesinlikle anlaşılması üzerine İngilizlerin genç Cumhuriyeti parçalamakta hiçbir yarar görmemiş olmaları doğaldır.

Bununla birlikte ayaklanmanın İngiliz kışkırtmasıyla çıkmadığı tezi ancak, olayda İngiltere'nin hiçbir rolü yoktu anlamına gelmemek koşuluyla kabul edilebilir. Yoksa, Ortadoğu petrolleri konusunda çok duyarlı bir İngiltere'nin Musul'u yakından etkileyecek bir olayı kendi amacı için kullanmaya hiç çabalamamış olması mantıklı değildir. Tezin önemi, dikkatleri ayaklanmanın iç nedenlerine çekmesindedir. Olaylara daha derinlemesine baktığımızda şöyle bir resimle karşılaşırız ; Ankara'da artık ulusal bir devlet vardır ve bu devlet bir 'milliyetçilik ideolojisi' geliştirmektedir. Ulusal devletin iç politikası açısından 'milliyetçilik' demek, her şeyden önce ülkenin her yerinde merkezi otoritenin kurulması demektir. Bu da Kürtlerle, Kurtuluş Savaşı içinde kurulan bağlaşmanın fiilen sona ermesi anlamına gelmektedir Çünkü Osmanlı döneminde Anadolu'nun Doğusunda 'Devlet İçinde Devlet' biçiminde yaşayan Kürt beyleri artık gittikçe etkisi artan bir merkezi devlet karşısındadırlar. Aşiret beyleri yine toprağa ve üzerindeki insanlara hükmedebilmektedirler. Ancak ağa ile kullar arasına artık 'ulusal devlet' girmiştir. Ağa eskiden bir köylüsünün komşusunu öldürmesini doğrudan doğruya kendi eliyle cezalandırabilirken, en azından kasabalarda bu cezalandırmanın artık Cumhuriyet Savcısının açacağı davada Türk mahkemeleri aracılığıyla yapılması gerekecektir. Bunun, Doğudaki feodal düzenin otoritesine büyük bir siyasal darbe olduğu açıktır. Artık Doğuda belki yine pek vergi alınamayacak ama, nüfus kütükleri düzenlenecek, hayvan sayımları yapılacak, insanlar yurttaş olarak askere çağrılacaklardır. Geçmişte sadece iki Osmanlı neferinin bulunduğu yerde, bugün Cumhuriyet ordusunun bir kolordusu vardır. Kemal Karpat'ın 1925 ayaklanması hakkındaki 'Derebeyliği parçalamak isteyen hükümet otoritesine karşı bir tepkiydi' görüşü, hiç de yanlış olmasa gerek.

Sorunun Çözümünde Milli Görüş ve Ordu

Bazı araştırmacılara göre; Şeyh Said'in başlattığı 1925 ayaklanması, Takrir-i Sükun Kanunu ile ülkedeki demokrasinin yerleşmemesine, demokratik düşünce ve kurumların oluşumundaki büyük zaman kaybına vesile olduğu gibi, Musul'un yitirilmesini kolaylaştırmış, ayrıca büyük tutarlara varan savaş harcamalarıyla Ankara'nın belini oldukça bükmüştür. Türk ordusunun Kürt ayaklanmaları karşısında bütün Kurtuluş Savaşı'ndakinden daha çok kayıp verdiği ve bu harekatların parasal maliyetinin de 60 milyon lirayı aştığı yolunda iddialar vardır.

Bunun dışında, ayaklanmanın sonucunda; İlk olarak, Kurtuluş Savaşı'ndaki işbirliği yok olmuştur. Bu tarihten, Atatürk'ün ölümüne kadar, bu bölgede ayaklanma olmayan bir tek yıl geçmemiştir. İkincisi, o zamana kadar toplumda bütünlüğü sağlayan temel öğe sayılan din kurumunun bu işlevi tam anlamıyla görmekte yetersiz kaldığı ve ulusal birliği sağlamak için başka çözümler bulunması gerektiği de ortaya çıkmıştır. Zaten ulusal devletin ve ulusun kurulmasındaki temel ilke 'Laiklik' böyle bir seçimin yapılmasını gerektirmektedir. Anadolu gibi etnik bakımdan türdeş olmayan bir toplumda milliyetçi ideolojinin bunu birleştirici olduğu kadar gönüllü bir ölçüte bağlaması gerekmektedir. Yoksa, yeni Cumhuriyetin 'ulus' tanımı, Müslüman etnik birimleri dışlayacak bir ölçüte dayanırsa ulusal birliği sağlamak zor olacaktır. Bununla birlikte, varılacak ölçüt doğal olarak ana öğe olan Türklüğü merkez alacaktır. 'Türk Kültürüne Bağlı Olmak' ölçütü böyle bir 'Gönüllü' ölçüt olarak ortaya atılmıştır. 'Türkiye sınırları içinde yaşayan ve Türküm diyen herkes' Türk sayılacaktır. Yeni Cumhuriyetin 'Türk' tanımı şudur; '……..Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş, hangi din ve mezhepten olursa olsun, Türktür.' Bu tanımda, 'mezhepten' sözcüğünden sonra 'etnik kökenden' sözcükleri de rahatlıkla eklenebilir. Çünkü, Türk'ün farklı olan etnik kökenini vurgulamayı reddederek, 'Türk Kültürü' nü benimseyen bir insan, uygulamada da, gerçekten devletin en yüksek mevkiine yükselebilme olanağına her zaman sahip olmuştur. Üç önemli etnik birimden Çerkeslerle Lazların zaten ulusal Pazar içinde bütünleşmiş olmak nedeniyle sorun çıkarmadıkları, Kürtlerin de feodal bir düzende yaşamak nedeniyle ulusal bilince sahip olmadıkları yeni Cumhuriyetin ilk yıllarında bu tanım sorun çıkarmayacak gibi gözükmektedir. Irksal kökenine bakılmaksızın, Türk olduğunu söyleyen her insanın ulusal birliği yaratmak açısından çok olumlu bir ortam hazırlayacak bir ilkedir. Ancak gerçekçiliği ve uygulanabilirliği zayıftır. Yani, başarı kazanması için gerçekleşmesi ve sürmesi gerekli olan koşulların sağlanması çok zordur. Bu koşulları B.Oran şöyle sıralamakta ve sınıflamaktadır;

1-'-Bunca yüzyıldır dağlık bölgede kendi dilini konuşarak başkalarından apayrı yaşamanın (feodal düzenin bir ortak duygu oluşmasını önleyici yapısına karşın) getirdiği bir 'Biz' bilinci vardır. Genç Cumhuriyette ulusal birliğin milliyetçi ideolojinin verileri içinde sağlanabilmesi için her şeyden önce bu bilincin bir ulusal bilinç haline dönüşmesi, dönüştürülmesi gerekmektedir. Bunun da iki koşulu vardır. Bir kez, iki toplum arasında çıkabilecek çatışmalar yoluyla Kürt kabilelerinin kendilerinde eksik olan 'Biz' bilincini bir 'Onlar' bilinci ile ikame etmelerini önlemek gerekmektedir. İşte 1925 Şeyh Sait Ayaklanması ve bundan sonra 1938 yılına kadar ardı arkası kesilmemecesine patlayan ayaklanmalar bu koşulun gerçekleşmesini önlemiştir. İkincisi, bu olumlu ve olumsuz ögeler ('Biz' ve 'Onlar') bir araya gelip, de bir ortak bilinç yaratmadan önce milliyetçi ideolojinin bütün hızıyla Anadolu'nun Doğusunu ulusal pazar içinde bütünleştirmesi gerekmektedir. Özet olarak söylemek gerekirse, ulusal birliğin milliyetçi ideolojinin verileri içinde oluşması için gerekli olan birinci koşul, yani bir Kürt bilincinin oluşmasının önlenmesi, gerek ardı arkası kesilmeyen ayaklanmalar, gerekse, genç Cumhuriyetin bu yöreyi ulusal pazara katamaması yüzünden başarılı olamamıştır.

2-'Gönüllü' ölçütün, bir temele dayanması gerekmekte, fakat ters yönde bir bilinç yaratmaması için bu temelin bir bükülgenliğe ve akılcı bir öze sahip olması gerekmektedir Zaten bu anlamda etnik türdeşlikten amaç, 'Soydaşlık' değil, 'Dayanışma'dır. Çünkü herkesi Türk yapmak zaten olanaksızdır. Oysa ulusun yeni tanımının öğeleri olarak seçilen dil ve tarih temelleri gerek 1930'lu yıllar dünyasına egemen olan pan-türkist hava, gerek o zamana kadar yadsınmış olan Türk dili ve tarihini çok eski devirlere götürüyor olmanın heyecanı ve gerekse ardı arkası kesilmeyen ayaklanmaların Ankara'da yarattığı tepki yüzünden, ne bükülgen, ne de rasyonel olabilmiştir. Tersine daha sert ve keskin bir uygulamaya yol açan 1930'ların dil ve tarih tezleri, Kürt diye bir topluluğun-halkın varlığını toptan reddedip, onlara 'Dağlı Türkler' adını vermek gibi ne bükülgen, ne de rasyonel olan bir görünüm göstermiştir. (Devam Edecek)