16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, 'Ağrı Dağı Harekatı Bu Hafta Başlıyor' başlığı altında, Doğu ayaklanmalarını şöyle irdelemektedir;

'Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk'ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkiyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan Harekatı'nda imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur. Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil (yok etme) harekatına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa, bizzat Ağrı'da tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı tasavvur edilemez.'

Ulus Devlet'e geçiş başka ayaklanmaları, başka ayaklanmalar 'Türk' kavramına daha fazla vurgu yapılmasını ve İskan Kanunu'nu, bu da 'Eşkıya Takibi' diye adlandırılan fakat bölgesel bir iç savaş görünümünde olan bir durumu yaratmış ve sürdürmüştür. Bu durumda türdeş toplumun kurulması açısından birinci sorun olan etnik bütünlüğün (dayanışmanın) sağlanması sorunu ideolojik araçlarla çözülebilir olmaktan çıkmış, bütünüyle orduya devredilmiştir.

Bunlara bakarak Atatürk milliyetçiliği açısından şu sonuçlar çıkarılabilir ; birincisi, Atatürkçü milliyetçilik uygulaması, gerekli koşullar oluşmadığı için, etnik, ilkel protesto hareketlerine yol açmıştır. Daha kuramsal bir değişle, diyalektik üst üste iki kez işlemiş, emperyalizme tepki olarak doğan bir çoğunluk (Türk) milliyetçiliği, yarattığı tepkiyle, bir azınlık (Kürt) milliyetçiliği doğurmuştur. İkincisi, Atatürkçü merkeziyetçi-üniter ulusal devlet uygulaması ve hatta ulusu oluşturma çabası, kaçınılmaz olarak, milliyetçi ideolojinin başka bir amacını, türdeş toplumu kurma hedefini baltalayan sonuçlara yol açmış bulunmaktadır.

Sıkıyönetim

Şeyh Said Ayaklanması, Doğu Anadolu'da, Cumhuriyete geçiş döneminin Nasturi Ayaklanması'ndan sonra, ikinci ayaklanması ve bir dizi Kürt ayaklanmasının ilkidir. 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Said'in adamları, Genç ili Piran köyünde jandarmaya silahla karşı koyduklarında, Cumhuriyet henüz bir buçuk yaşını doldurmamıştır. Bu olağandışı olay karşısında, Ali Fethi Hükümeti'nin olağanüstü önlemler alması kaçınılmaz olmuştur.

Hükümet, 23 Şubat'ta, devletin silahlı güçlerine karşı, silahlı isyan başlatılması gerekçesiyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da 14 ilde ve Erzurum ilinin iki ilçesinde 1 ay süreyle sıkıyönetim ilan eder. Ertesi gün, Malatya ilinde de sıkıyönetim ilan edilir. 1924 Anayasası'nın 86. maddesine göre ilan edilen sıkıyönetim, bir isyanın söz konusu olması sebebiyle, ilan gerekçesi bakımında anayasaya uygundur. Ancak, Bakanlar Kurulu kararnamesi ciddi bir hata taşımaktadır ; kararnamelerin altında, Bakanlar Kurulu toplantısına katıldığı halde, Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekili Mazhar Bey'in imzası bulunmamaktadır. Oysa, 'Bakanlar ve Cumhurbaşkanının katılmadığı veya imzalamadığı (veya vekillerinin) bir Bakanlar Kurulu kararı hukuken geçersizdir.

23 Şubat günü ilan edilen sıkıyönetim, aynı gün TBMM'nin onayına sunulur. Ancak, o gün yapılan meclis toplantısında başbakan hazır bulunmadığından, konunun görüşülmesi ertesi güne ertelenir. Ertesi gün de Malatya'da sıkıyönetim ilan edildiğinden, her iki sıkıyönetimin onayı, meclisin 25 Şubat'ta yapılan toplantısında ele alınacaktır.

Sıkıyönetim ilanının gerekçesini açıklamak üzere söz alan Başbakan Ali Fethi Bey, önce olayların gelişimini ayrıntılarıyla anlatır. Daha sonra isyanın nedenlerini çeşitli belgelere dayanarak açıklar. Ali Fethi Bey'in sözünü ettiği belgelerden birine göre, Şeyh Said'in bu isyanının amacı ; 'Şeriatın yeniden temini'nden ibarettir.

Ali Fethi Bey, bir başka belge daha açıklar. Bu belgede; 'Diğer bir vesikada, alınan raporlardan birinde deniyor ki, hadise Padişahlık, Hilafet ve Abdülhamit'in oğullarından birinin saltanatı temin gibi irticakar bir propaganda puşidesi (örtüsü) altında Kürtçülüktür ve umumi olarak kabul edilebilir' denilmektedir. Ardından, bir asinin üzerinde bulunan bir mektubu açıklar; 'Kürdistan'da Hükümet teşkil için dolaşarak Piran'a gelmiş olan Şeyh Said Efendi'nin maiyetindeki iki mahkumun derdesti üzerine Piran vakası zuhur eylediği ve iki seneden beri cereyan eden fikir ve sözlerin bugün tatbikatına girişildiği, Şeyh Said'in Hani'ye taarruz ve oradan Lice ve Genç'e hücum ile Piran'a avdette merkez yapılacağı aynı zamanda Bitlis, Muş, Erzurum ve Hınıs'ta harekata başlanacağı ve Türk memurlarının hapis ve Kürt memurlarının güvenilir bulunanların serbest bırakılması ve olmayanların tevkifi ve hemen çeteler tertibi ile etrafa çıkarılması ve sakin ahalinin malına, hayatına müdahale edilmemesi ve İslamiyetin mahvedildiği gün olduğundan, dinin canlandırılmasına çalışmaya, Cenab-ı Hakk'ın Şeyh Sait Efendi'yi aracı kıldığı' şeklindeki ifadeler çarpıcıdır.

Bütün bu açıklamaların sonucunda, Başbakan Ali Fethi Bey, isyanın, dini ve dinin kutsal saydığı şeyleri alet ederek, halkı vatan ve Cumhuriyet aleyhine teşvik ettiği sonucuna varır ve sıkıyönetim ilanının yanında yeni yasal önlemlerin de alınması gerektiğini belirtir. Başbakandan sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Reisi Kazım Karabekir Paşa söz alır ve şunları söyler;

'Hükümetimizin beyanatına göre, bazı Şark vilayetlerimizde İdare-i Örfiyeyi mucip olaylar olmuştur. Bu sınırlı sayıdaki zorbaların, harici teşvikatla bazı emellere nail olmak için dini tahrik ile idlal ettikleri anlaşılmıştır. Dini alet ittihaz ederek, mevcudiyet-i milliyemizi tehlikeye koyanlar, her türlü lanete layıktır. Hükümetimizin kanuni olan icraatına biz de bütün mevcudiyetimizle taraftarız'.

Böylece, iktidar ve muhalefet, sıkıyönetimin gerekçesi ve onayı konusunda aynı düşüncede birleşmektedirler. Şeyh Said İsyanı'nı ; dinsel bir giysi altında milli bir başkaldırı olduğu, ayrıca Mustafa Kemal Paşa'yla Fethi Bey'in yerine Başbakan İsmet Paşa'nın ve arkadaşlarının olayı 'dinsel gericilik' ve 'karşı devrim' diye görmeleri ve göstermeleri, Doğu'daki bastırmayla sınırlı kalmayacak daha genel bir karşı hareketi haklı kılmak amacıyla açıklayan araştırmacılar da vardır. Onlara göre ; özellikle İsyan Mıntıkası İstiklal Mahkemesi'nin verdiği çeşitli mahkumiyet kararlarında ise, 'Bağımsız Kürdistan' oluşturmaya kalkışma suçlaması ön planda göze çarpmaktadır'. Sonuçta, sıkıyönetim oy birliğiyle onaylanır'. Bu kararın hemen ardında da, Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun 1. Maddesi, dinin siyasete alet edilmesini engellemeye yönelik bir hükümle değiştirilir. Böylece, dini siyasete alet ederek halkı vatan ve Cumhuriyete karşı kışkırtan isyancıların vatan haini sayılmaları da sağlanmış ve Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na göre yargılanmaları yolu da açılmıştır.

Bu dönemde, gerçekten de, sıkıyönetim ilanı durumunda uygulanacak hükümler tek bir yasada toplanmamıştır. 1940 yılında Örf-i İdare Kanunu'nu kabul eden Meclis, bu kanunun 13. maddesiyle bazı kanunları ve kanuna eşdeğerde metinleri yürürlükten kaldırır.

Sıkıyönetimi ilan eden Ali Fethi Bey Hükümeti, aslında bu kadar ağır bir baskıdan yana görünmemektedir. Baskı yanlısı Halk Fırkalılar, 2 Mart 1925 tarihinde yapılan Cumhuriyet Halk Fırkası Grup toplantısında, sert bastırma politikasını 60'a karşı 90 oyla kabul edince, Fethi Bey Hükümeti istifa eder. Fethi Bey'in yerine hükümeti kuran İsmet Paşa, 4 Mart günü meclisten güvenoyu alır. Güvenoyu alan İsmet Paşa'nın ilk işi, meclisten Takrir-i Sükun Kanunu'nu geçirtmek ve iki tane İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar aldırmak olur. Bu kararların alınması sırasında, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyelerinin, hükümeti eleştirdikleri görülür. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkalılar, sıkıyönetim bölgesi dışında da uygulanacak bir baskı yasasını doğru bulmamakta, bunun İstanbul basınını susturmaya yönelik olduğunu savunmaktadırlar. Ayrıca, iki tane İstiklal Mahkemesinden birisi isyan bölgesinde görev yapmak üzere kurulurken, ikincisi isyan bölgesi dışında, ülkenin her yanında görevli kılınmaktadır. Bazı çevreler, hükümetin amacının, isyan ve sıkıyönetimi bahane ederek ülkenin tümünde muhalefeti yok etmek olduğunu söylemektedirler. Milli Savunma Bakanı Recep Bey, şunları söylemektedir;

'Matbuat, bilhassa İstanbul matbuat müessesesi Türkiye'de, devlet nüfuzu, devlet kuvveti namına ne varsa bunları ite kaka bertaraf ederek gayr-ı meşru bir mücadele ve mesai ile en yüksek nüfuz mertebesine çıkmış ve o mevkiden Türkiye'de mevcut bütün mukaddes makamları ve onların maddi, manevi nüfuzlarını tamamen tahrip edecek bir vasıta, bir alet halinde faaliyete geçmiştir. Öyle bir vaziyet hasıl olmuştur ki vatan dahilinde bunların şerrinden bir namus tehlikesi hasıl olmuştur' (Devam Edecek)