ULUS ve DEVLET

Denge Siyaseti Meselesi
1920-1936 dönemi, Atatürk'ün 'Denge Politikası' uyguladığı bir dönemdir. Bu devre Milli Mücadele ile başlayan Atatürk devresidir. Atatürk 19 Mayıs 1919'da Milli Mücadeleyi başlattığı zaman son derece olumsuz şartlar içindedir. Ülkenin her tarafı I. Dünya Savaşı'nın galip büyük devletleri tarafından işgal edilmiştir. Yeni bir Türk devletinin kurulabilmesi için, mücadelenin, her şeyden önce, bu büyük devletlere karşı yürütülmesi gerekmektedir. Bu işgalin üstüne, İngiltere tarafından silahlandırılan ve kışkırtılan Yunanistan da galip devletlerin bir maşası olarak Anadolu'ya saldırmıştır. Bu saldırının ters-yüz edilmesi ancak silah gücü ile mümkün olabilecektir. Halbuki Türk milleti ve Türk askeri sekiz yıldan beri savaştan savaşa koşmaktadır. 1911-12'de İtalya ile Trablusgarp Savaşı'nı, 1912-13'de dört Balkan devletiyle (Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Yunanistan) Balkan Savaşları'nı yapmış, arkasından 1914-18'de I. Dünya Savaşı'na girmiştir. I.Dünya Savaşı'nda Türk Milleti, Kafkaslar, Irak, Kanal Cephesi ve Çanakkale olmak üzere dört cephede savaşır. Bunlar yetmiyormuş gibi Avusturya'nın Rusya Cephesi'ne de (Galiçya Cephesi) asker göndermiştir. Savaş sona erdiğinde Türk milleti sekiz yıllık bir yorgunluğun içindedir. Üstelik, galip devletler Osmanlı Devleti'nin bütün askerini silahsızlandırmışlardır. Ankara Hükümeti'nin elinde, Kazım Karabekir Paşa'nın komuta ettiği az bir kuvvet bulunmaktadır. Bu şartlar içinde, yeni Türk devletinin kurulabilmesi için başta İngiltere olmak üzere, galip büyük devletlere karşı yapılacak silahlı bir mücadelede dışarıdan bir yardım alınması zorunludur.

İlişkiler Normalleşmedi
Atatürk, bu durumda dayanabileceği yeni bir kuvvet olarak, 1917 Bolşevik İhtilali'nden sonra kurulan Sovyet rejimini görür. Çünkü bu sırada yeni Sovyet rejimi de Milli Mücadele'nin şartları içinde bulunmaktadır. Bolşevik İhtilali'nden sonra Batılı devletler, yeni Sovyet rejimini yıkmak için çeşitli mücadele yollarına başvurmuşlardır. Kısacası, gerek Milli Mücadele, gerekse Sovyet Rusya aynı düşmana karşı mücadele etmektedirler. Atatürk'ün 'Avamil-i Tabiiyeden Mütehassıl' (= Tabii şartlardan doğan) dostluk dediği, Türk-Sovyet dostluğu ve yakınlaşması 1920 yılından itibaren bu şekilde başlar. Yani Atatürk, Batıya ve özellikle İngiltere'ye karşı Sovyet Rusya'ya dayanma yoluna bu sebeplerle girmiştir. Milli Mücadele başarıya ulaşıp, Lozan Barışı'ndan sonra kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1923'ten sonra da Batılılarla normal ilişkiler düzeni içine giremez. Çünkü Batılılar yeni Türkiye gerçeğini kolay kabul etmeyeceklerdir. 1930 yılına kadar özellikle İngiltere ve Fransa ile ilişkiler zaman zaman şiddetli aşamalardan geçer. Türkiye'nin Batılılarla ilişkileri böyle bozuk gittiği sürece, Sovyet Rusya, Türk dış politikasının temel dayanağı olmakta devam edecektir.

Milli Devlet Meselesi
'Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.' (Mustafa Kemal Atatürk)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çok milletli Osmanlı Devleti'nden, 'Ulus' temelli, yani 'Din-Dini Devlet' tanımlamasının dışında algılanan ve anlamlandırılan, 'Millet' tanımlaması içinde görülen seküler 'Devlet'e dönüşümünde kullanılan temel unsurun, tek değil, birçok olgunun bir araya geldiği modern bir organizasyonu betimler. Bu bağlamda Cumhuriyetin temel felsefesi; bağımsızlık temelinde, demokrasi, cumhuriyet, laiklik, birey ve vatandaşlık olgularının bütününün oluşturduğu senkretik bir yapıyı temel almasıdır. Yani hareket noktası sadece laiklik değil, bir bütün olarak Cumhuriyettir. Bu cumhuriyetin temeli de ilahi kudrete-kudretlere veya ruhbaniyetin temsiliyetinde ilahi güce-güçlere değil, seküler yaşama ve seküler hukuka dayalı olmasıdır. Cumhuriyetin tamamlayıcıları ; demokrasi, laiklik, milliyet fikri ve ortak vatan algısındaki vatandaşlık algısıdır. Bazı araştırmacılar ise bu meseleye sadece laiklik temelinden bakmakta, Cumhuriyetin adeta ümmet toplumundan oluşan Osmanlının, bu dini temeline karşı-karşıt bir temel iddia ve teoriyle ortaya çıktığını söylemektedirler. Yanlış olmamakla birlikte son derece eksik bırakılan alan işte bu 'Cumhuriyet' denilen büyük oluşumun içinde önemli bir unsurun 'dünyevi devlet' ve 'dünyevi hukuk' olgularının olduğu gerçeğinin gösterilememesidir. Bir diğer yanlışlık da, Ulus devletin temelinde 'ümmete' karşılık, toplumun dinden kaydırılarak, laik cumhuriyete sürüklenmesi değil, ümmete karşın 'Millet' fikrinin, sadece laiklik temelinde değil, yukarıda zikrettiğimiz bütün unsurların bileşkesi olan 'ortak kültür', 'ortak gelenek', ortak vatandaşlık', 'ortak gelecek' ve 'dünyevi hukuk' gibi alanlarda yaratılmak istenmesidir. Ayrıca bu 'Millet' algısı ; kültür, vatandaşlık, gelecek birlikteliği, ortak yaşam ve paylaşım vb. gibi alanların oluşturduğu daha anlamlı ve birleştirici olgularla açıklanarak, 'etnik' temelden uzaklaştırılabilir. Dolayısıyla Atatürk'ün 'Millet' tanımlaması dünyadaki bir çok benzerleri veya örneklerinin aksine 'Etnik' bir aidiyetten, kana dayalı (Kandaş) bir ilkel millet ve devlet algısından alabildiğine uzaktır.

Dini Devlet Tanımlaması ve Millet
Bazı araştırmacıların ciddi hatalarından biri de; Osmanlı toplumunun dayandığı temelin 'Din' olduğu yargısıdır ki bu da son derece tartışmaya açık ve doğru olmayan yüzlerce karşıt örnekleri olan bir alandır. Bir kere Osmanlı Devleti bir 'Din' devleti değildir. Din devletinde, devleti din yönetirken, Osmanlı Devleti dini yönetip, hatta kendine ait bir 'Siyasal Din' iklimi de yaratmıştır, Örfi ve Şer'i hukuk alanlarıyla, bunu toplumsal alana taşıyıp, 'ortayolcu' bir çizgiyle, merkezi mutlak iradenin ve monark bir yönetim anlayışının, gerektiğinde ortodoks inancın şiddetli temsilcisi ve koruyucusu iken kimi zaman bunun tam tersi örneklerini ve uygulamalarını büyük bir esneklikle gösterebilmesi ne denli kaygan bir zemin üzerinde yaşam bulduğunun kanıtı olsa gerek. Ayrıca böyle bir din olgusunun ve yaratılan gelenek-örf-şer'i hukuk üçlemesinin birbirine zıt alanlarının monarkın lehine nasıl deformasyona uğradığı-uğratıldığı da iyi izlenmelidir.

Etnik ve Ulusal Kimlik
Özetle, bu yaratılan Osmanlı din algısının ne denli, despotik bir din algısı olduğu, 600 yıllık süreç içerisinde birçok örnekte görülmüştür. Bu yaratılmış siyasal din sistemi, çoğu zaman İslam'a karşıt olsa da, örfi hukuk içinde meseleleri halleden ilkel, geleneksel siyasal dinci çözümlemelerle savuşturulmuş, ancak değişen toplumsal şartlar, çaresizlik içindeki monarkın ve siyasal-dini ruhbaniyetin çözüm olarak sunduğu ve onlarca zeyllerle desteklediği Mecelleler bile yeni sorunları çözmekte çaresiz kalmıştır. Osmanlı sistematiği aslında önce siyasal-din oligarşisi ve ruhbaniyetindeki çaresizlik ve çözülme ile yok olmaya başlamıştır. Ayrıca toplumun birçok etnik, dini ve sınıfsal katmanlarındaki dini çeşitlilikleri ve azınlıklar ile göçmen, muhacir veya Levantenlere varıncaya kadar birçok yaşam biçimi ve din algısının olduğu bir toplumun çok konservatif bir düşünceyle din temelli yönetilme iddiası gayr-ı akli ve gayr-ı ilmidir. Özetle, birçok araştırmacıyı, yanlış sınıflamaya ve dini tasniflere götüren önemli unsurlardan biri, Osmanlının çeşitli etnik veya ulusal kimlikleri anlatmada kullandığı temel ayıracın 'Din' olduğu tespitidir. Din 'etiket' anlamında bir toplumun dini aidiyetlerini gösterirken diğer taraftan o toplumun siyasal, etnik, ulusal vb. kimliklerini de ifade edebilir. Bu, yaptığınız tespit ve sınıflamalara hangi toplumun içinden baktığınızla bağlantılı bir görünüştür sadece. Osmanlı Devleti, çok çeşitli etnik veya milli kimlikleri tanımlarken, dini kimliğine göre 'millet' tanımlaması yapar. Örneğin; Ermeni Milleti, Rum Milleti vb. gibi. Burada Osmanlı bu kimliklerin din farklılıkları üzerinden barışçı, orta yolcu bir geçici millet tanımlaması yapmaktadır. Dolayısıyla araştırmacıları da Osmanlı millet tanımından hareketle Cumhuriyetteki millet tanımına götüren sürecin iyi sorgulanması gerekmekte, çoğu zaman karışıklığa kurban edilen 'Millet' anlayışının bir 'Ulus'u ifade etmesi ancak tarihteki Türk uluslarının siyasal, dini geleneksel vb. sistemlerine bakılarak yapılması gerekmektedir. Bir Türk devleti olduğu kabul edilen Osmanlı devlet sistematiği içinde var olan veya uygulanan 'Millet' algısı ile hiç karıştırılmamalıdır. (Devam Edecek).