Bütün bunların yanında Atatürk, toplumun temelini dinden kurtarmaya çalışmamış, tam tersine gerçek din ve din adamlarının vazgeçilmez varlığı ile toplumun bu alandaki gelişiminin iki ayrı gücün, kendi alanlarındaki faaliyetlerine katışıksız, deformasyondan uzak bir biçimde hareket sahası açmalarını hedeflemiştir. Ayrıca toplumun sadece tek bir inancın içinde olmaması gerçeği de Atatürk'ü bu sorgulamada önemli ayıraçların oluşturduğu farklı dini kimlikleri kabul ile onlara gösterilmesi gereken hakimiyet alanı ile saygıyı da beraberinde getirecektir.
Sünni inancın birçok kola ayrılmasının getirdiği kaos ile bunların sözcülüğüne soyunan ruhbaniyetin açtığı derin ayrılıklar ve karışıklığın yanında Yahudi, Hırıstiyan ve özellikle Alevi-Bektaşi inançlarının toplumsal kodlar içindeki yerleri ve konumları yeniden sorgulanmalıdır. Öncelikle tartışmanın ana konusu olan ve devletin hem geleneğinde hem de bütün kadrolarında kendini hissettiren bu geleneksel dini güç, her türlü spekülasyona, deformasyona, manüpülasyona vb açık olduğundan yaşamın geldiği bu noktada insanların ihtiyaçlarına verecekleri cevaplar o denli azalmış ve gerilerde kalmıştır ki, dolayısıyla yazılı ve her vatandaşın yaşam hürriyetinin tespit edildiği bir ortak metinle barış ve kardeşlik sağlanabilir. Öyleyse kendilerine verilmediği halde ilahi güçten esinlenerek yönetim yetkisine el koyan monark veya ruhbanların, devleti yönetmeden veya yönetime ortak olmadan vazgeçirilmeleri gerekmektedir. Ayrıca bunun dini ve sosyal temelleri doğru biçimde topluma açıklanmalıdır.

Seküler Kimlik ve Ruhbaniyet

Devletin seküler kimliğinde, ilahi güçten beslendiğini iddia eden bir monark ile onun koruyucu ve kollayıcısı konumuna yükseltilmiş ruhbaniyet ve ruhban sınıfının temsilcilerinin eylemleri artık yok edilmelidir. Ayrıca tartışmaya temel olan, çoğunluktaki hakim inancın 'Sünni İslam'ın yanında diğer inanç temelleri de doğru bir biçimde, gerçek din adamları ve gerçek verilerle değerlendirilmesi istenmektedir. Sorun, İslam dini ve yaratmak istediği insan modeli değil, despotların, monarkların, tiranların çıkarlarına hizmet eden, bu ruhbaniyetin yarattığı insan modeli ile, alınıp satılan, güçlülerin elinde bir sömürü aracı haline getirilmiş, hezeyanlar, büyüler, sihirler alemine dönüştürülmüş bir din olgusudur. Bu din, İslam'ın hiç istemediği bir 'Tip' ve 'İlahiyat' ı yaratmıştır. Dolayısıyla Cumhuriyetin karşı durduğu olgu işte bu din ve bu uydurma dinsel yaşam algısının yarattığı insan modelidir. Atatürkçülüğün temelini de bu olguların ve anlayışların tamir edilmesinin oluşturduğu açıktır.
Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu'ndan, ulusal bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte kullanılan temel ilke; ümmet toplumundan ulus toplumuna geçişte de kullanılır. Ulusal devletin temeli, nasıl dinden kaydırılıp laik cumhuriyete oturtulduysa, laiklik ilkesi, ulusun oluşumunda da kullanılarak toplumun dayandığı temel de, dinsel devlet ve ruhbaniyetten kurtarılmaya çabalanır.

Atatürk ve Din

Mustafa Kemal Atatürk, İslam dininin akılcı bir din olduğunu söylemeye her zaman özen gösterir. Balıkesir'de Paşa Camii'nde halka şöyle seslenir ;

'İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En olgun dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen uyuyor.'

Atatürk, M.Pernot'ya verdiği demeçte Fransız yazarın din sorunu üzerine sorduğu soruya karşılık olarak da yeni Türkiye'nin siyasetinde dine aykırı hiçbir şey olmayacağını söylemekte ve şöyle devam etmektedir;

'Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyoruz. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor.'

İslamı bu şekilde, akılcı bir alana çekme, akılla inancı yan yana getirme gereğinin zorunluluğunu gösterme çabasının yanı sıra Atatürk, bir şey daha söylemektedir ;

'….Türkiye'ye istiklalini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni, boş inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız .'

Milli ve Cumhuriyetçi Düşüce

Bu anlayışın olmazsa olmaz eylemi, milliyetçi ve cumhuriyetçi algı ve düşüncenin, dinin toplum içinde aldığı biçime, yani popüler dine ve onun içinde örgütlendiği kurumları, düzenlemeye ve değiştirmeye girişeceğidir. Nitekim, ulusal devleti kurmanın bir parçası olarak, halifelik kaldırıldıktan sonra (1924) milli düşünce, deforme ve değiştirilmiş, popülist din algılarına karşı çıkmış ve onun yerine kendi çağdaşlaşma anlayışını ortaya koymuştur;

'Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.'

Yeni Cumhuriyet, resmi din ve popüler dinden sonra din eğitimi konusunda da güçlü bir ruhbaniyet karşıtı tutum izler. İlahiyat Mektebi'nin 1925'te 284 öğrencisi varken, 1926-1933 arasında öğrenci sayısı 167'den 20'ye düşmüş, mektep 1944'de öğrencisi kalmadığından kapatılmıştır. 1924'te 29 İmam-Hatip Okulu varken, 1930'da bu sayı 2'ye inmiş, aynı yıl bu okullar kapatılmıştır . (Devam Edecek).