İstanbul'un fethinden sonraki tababetin genel hatları eski anlayıştan çok farklı değildi ama bu genel hatlar biraz daha detaylanmaya da başladı. Eski tababet kitapları daha açık ve anlaşılır bir dille yazılmaya başladı. Bu eserlerde artık yeni hastalık isimlerine de rastlanıyordu. Ancak hala kitapların içeriğinde basit bir tasnif görülmekte idi. Bu tasnif de öncekilerden farksızdı. Bu döneme kadar Avrupa'da yayılan Tıbb-ı Cedîd (Yeni Tıp)'in hiçbir etkisi Osmanlıda görülmüyordu. Avrupa'da şiddetli tıp tartışmaları ve gelişmelerinin yapıldığı sırada artık biz çok gerilerde kalmıştık. Tabiblerimiz arasında Batı dillerini bilenlerin sayısı çok azdı. Yeni-Modern Tıbbı anlamak isteyenler de Batı dillerinden Arapçaya tercüme edilmiş olan kitapları alıp tercüme etmeye çalışıyorlardı. Avrupa'da kimya alanında büyük bir aşama kaydettiren Paracelse (1493-1541), bizde ancak 1748'de tanınmaya ve anlaşılmaya başlandı. Onun eseri müderris Hasan Davud tarafından Gayetü'l-Müterakkî fî Tedbîr-i Külli'l-Marazî ismiyle tercüme edilmiştir. Aslında Arapçadan yapılan tercüme Türkçeye çevrilmişti. Tabib Gevrekzade Hasan Efendi yine bu Arapça nüshayı 1801'de Tıbb-ı Cedîd-i Kimyaî adıyla bir daha Türkçeye aktarmıştır.
Bütün Ortaçağ boyunca hatta Yeniçağın başlarında bile Avrupa'ya üstün bir durumda olan Osmanlılar, Rönesanstan sonra Avrupadaki bu hızlı gelişmeye rağmen 16. yüzyılda olduğu gibi 17. yüzyılda da dil ve din birliğinin verdiği etkiyle her zaman Doğulu karakterini korumakta, gözlerini ve gönüllerini geldikleri ülkelerden ayıramamaktadırlar. Ancak artık bir Doğu üstünlüğü de hayaldir. Kısa bir süre için de olsa Fatih zamanında topraklarımızda doğma belirtileri gösteren Rönesans, Avrupa'da doğmuş ve yeşermiştir. 17. yüzyıldan itibaren Batıdaki gelişmelerin takip edilememesi veya içselleştirilememesi bir yana Osmanlı artık bu savaşın gerisinde kalmıştı.
Yeniden toparlanma denebilecek gelişmeler ve girişimler 1622'lere rastlar. 2. Osman'ın yapmak istediği ileriye dönük girişimler yine O'nun kendi kanıyla boğulur. O'nu 4. Murad takip etmek istemişse de O da çok genç yaşta hayata gözlerini yumar. Bunu takip eden bütün Köprülüler tarihte birer ıslahatçı olarak yer alırlarsa da alınan tedbirler ancak o günün yaralarına deva olmaktan ileri gidemez. 18. yüzyılın başlarında 3. Ahmed'in 1703'den 1730 yılına kadar süren saltanatı sırasında 13 yıl sadarette kalan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, ilme, sanata, endüstriye olan hizmetleri yanında matbaalar açtırmak, kitaplar tercüme ettirmek gibi gayretleri ile yeni bir gelişme girişiminde bulunmuş ise de bu çabalar da yine kanla gölgelenecek, İbrahim Paşa canından, 3. Ahmed de tahtından olacaktır. Bunları takiben 1. Mahmud, 3. Mustafa ve 1. Abdülhamid'in saltanatlarının devamınca yani 3. Selim'e kadar bu ıslahat gayretleri sadece askeri alana yönelecektir. Buna 3. Mustafa'nın kişisel merakı ile tıp ve astronomi alanlarında Doğudan ve Batıdan yaptırttığı tercümeleri ekleyebiliriz. Ancak bu bireysel gayretler de bir çözüm olmadığından Osmanlı Devleti'nin yenilgiyle sonuçlanan 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı 1. Abdülhamid'in yaşamına malolacaktır. 3. Selim, 3. Ahmed'in torunu ve 3. Mustafa'nın oğludur. O'nun yüzü de Batıya dönüktür. Bu sıralarda Avrupa'da Fransız İhtilali çıkmış ve böylece uyanan milliyet düşünce ve hareketlerinin etkisiyle Balkanlar'da da için için kaynama başlamıştır. Bununla birlikte 19. yüzyılın ilk yıllarında dahi imparatorluğun yıkılma tehlikesi her zaman dışarıdan çok içerden gelmektedir. İşte bu sebeplerledir ki bu aydın hükümdar, askerî, aktisadî ve idarî alanda ıslahatlara girişecektir. Nizam-ı Cedîd adıyla bir ordu kurmuş, eğitime el atmış, Ortaköy'de bir Rum Üniversitesi'ne izin verdiği gibi modern bir Türk Tıbbıyesi de kurma kararı vermiştir. Ancak bu ıslahat teşebbüsleri de çıkarları bozulan muhafazakar ve gerici topluluğun ve özellikle Yeniçerilerle dinci zümrenin mukavemetiyle karşılaşmıştır. Bu gelişmeler 3. Selim'in önce tahtına sonra da canına malolacaktır. 2. Mahmud nihayet 1826'da Yeniçeri Ocaklarını kapatmış ve birçok ıslahat girişimine başlamıştır. Bu ıslahatların içinde sağlık alanındaki ıslahatlar da önemlidir. O, sivil ve askeri hastanelerin açılması, Karantina İdaresi'nin kurulması, tıbbî eserlerin basımı vb. gibi önemli girişimlere başlamıştır.
Osmanlı hekimlerini Batı düşüncesiyle temas olanağı veren bir olgu da dışarıdan Osmanlı ülkesine gelen yabancı hekimlerdir. Daha 2. Murad döneminden itibaren Osmanlı saraylarında bazı yabancı ve özellikle Musevî hekimler bulunmaktadır. Batı'dan özellikle İtalya'nın Paduva ve Salern gibi ünlü tıp okullarından gelenler ise daha çok Galata'da önemli denebilecek sayıda bir topluluk oluşturmuşlardır. Dini ve toplumsal yaşayış farkları ve sonuçta da çeşitli seyahat zorlukları nedenleriyle Batı ülkelerine gidemeyen hekimlerimiz bu yabancı hekimlerle temas ederek Batı dillerinde yazılmış birçok eseri tanımışlardır.
Bunun yanında hastanelerde hasta bakıldığı kadar tıp öğrencisi de yetiştirilmektedir. Anadolu'da Osmanlı Türklerinin kurdukları hastanelerden başka Selçuklulardan kalma hastahanelerin de bazıları 19. yüzyılın sonlarına kadar halkın hizmetinde kalabilmişlerdir.
Osmanlı tıbbının hızlı bir gelişme çizgisi göstermesinin bir nedeni de salgın hastalıkların ülkede görülmesi ve artmasıdır. Bunların en önemlilerinden biri Taun (Veba) salgınlarıdır. 1467 yılında İstanbul'da büyük bir veba salgını olmuş, 1539, 1573, 1576, 1578, 1591, 1592 ve 1596 yıllarında İstanbul'da yine büyük veba salgınları bir çok insanın ölümüne neden olmuştur. Özellikle 1591 tarihli veba salgınında padişah sarayını bile terk etmek zorunda kalmıştır. 1615, 1617, 1620, 1637, 1650 ve 1655 senelerinde de büyük veba salgınları görülmüştür. 1751'deki veba salgınından başka aynı yıl içinde beş küçük salgın da çok can almıştır. 1803, 1811, 1812, 1813, 1822 ve 1834'deki şiddetli veba salgınları, 1841 ve 1844'deki şiddetli çiçek salgınları, 1849, 1863 ve 1893 yıllarındaki veba salgınları da yine çok can alacaktır. Kaynaklarımıza Taun (Veba) olarak geçmesine rağmen bu salgınların bir çoğu aslında kolera salgınlarıdır.(Devam Edecek).