İsmet İnönü'nün ünlü sözüdür; 'Yeni bir dünya kurulur. Türkiye'de bu dünyada yerini alır.' Söz İnönü'ye aittir ancak söylendiği tarihler konusunda bazı kaynaklarda yanlışlık yapılmaktadır.
Kıbrıs'ta 1963 yılında başlayan olaylar ve Kıbrıs Türklerinin yok edilme tehditlerine karşı Türkiye'nin askeri müdahalesi gündeme gelmeye başlamıştı. İnönü, ABD'den Türkiye ile Yunanistan arasında arabuluculuk yapmasını istiyordu.
ABD'nin işi ağırdan almasına kızan İnönü, 16 Nisan 1964'te Time dergisine verdiği röportajda 'Müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir... Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.' açıklamasını yapmıştı.
Daha sonra Kıbrıs'ta kanlı olayların artması üzerine Kıbrıs'a müdahale kararı alan İnönü'ye o meşhur 'Johnson mektubu' gelmişti. Mektubun geliş tarihi
5 Haziran 1964'tür. Yani son zamanlarda bazı yayınlarda sıkça karşılaştığımız İsmet İnönü'nün bu ünlü sözü, Johnson mektubuna karşılık değil, 1,5 ay kadar öncesinde söylenmiştir.
İnönü'nün sözünü ettiği dünya siyaseten hiç kurulmadı ve Türkiye yıllarca
'Bu gece komünizm gelebilir(!)' tehdidine karşı ABD ve NATO ile birlikte hareket etti. 'Soğuk savaş milliyetçiliği' ile sola karşı olmanın tek yolunun ABD'nin yanında yer almak olduğunu sananlar; FETÖ ve PKK ihanet şebekelerinin ABD bağlantıları ortaya çıkınca gecikmeli de olsa 'acı gerçeği (!)' gördüler....

BU KEZ DURUM FARKLI....
Küresel salgın sonrası, insanların yaşam biçimlerinden, uluslararası ilişkilere, ulusal gelir dağılımı ve paylaşımından egemen ideolojilere kadar ciddi dönüşümler olabilir. Daha kapalı, daha fakir ve daha baskıcı bir dünya ile karşılaşma olasılığı hiç de az değil.
Dünyayı kökünden sallayan salgın sürecinde alınan önlemlere ve tepkilere bakıldığında, 'ulus devlet' düşüncesinin daha güçleneceği anlaşılıyor. Çünkü, küresel çaplı örgütler bu sınavdan başarı ile çıkamadılar.
İnsanlar salgından kırılırken, Avrupa Birliği (AB), Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası yapıların varlığı hissedilmedi. Bizim 'kadim dostumuz' NATO'dan ise hiç ses gelmedi(!).
Coğrafi Keşiflerden bu yana dünyayı sömürerek yöneten emperyalistlerin 'kağıttan kaplan' oldukları ortaya çıktı.
Kendi yaşam alanlarını yok eden insan, sonunda, kendisi de yok olma duygusuyla karşı karşıya kaldı.
Toplumcu yaklaşımlardan uzaklaşıp, rekabeti bencillik düzeyinde savunanların inandırıcılığı iyice zayıfladı. İnsanların, toplumsal dayanışma ve sorumluluk bilinçleri gelişirken her alanda akıl ve bilimin önemi çok daha iyi anlaşıldı.

İKİ SEÇENEK VAR...
Salgın sonrası her ulus kesinlikle 'kendi kaderini kendi belirleyecek'. Ancak, yaşanması kaçınılmaz sorunları en az hasarla atlatabilmek için önlerinde kabaca iki seçenek görünüyor;
Bazı ülkelerde egemen güçler, virüs tehlikesini bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve izleme ağlarını yaygınlaştırıp, özgürlüklerin kısıtlandığı, katı denetim ve disiplinli devlet yönetimlerini kalıcı hale getirmek isteyebilirler.
Daha 'insanca ve hakça' yaşama isteği için mücadele eden yurttaşların ülkelerinde ise; dayanışma, paylaşma, demokratik planlama ve iş birliğini öne çıkaran yönetim anlayışları gelişecektir. Ancak, bu seçeneğin başarıya ulaşması için sadece hükümetlerin çabası yetmez. Tüm yurttaşlar arasında 'ötekileştirme yapılmaksızın' dayanışma bağlarının sağlamlaştırıldığı, sendika ve meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, yerel yönetimlerin toplumsal rolünün güçlendirildiği, çoğulcu, katılımcı, demokratik ve laik bir yapılanma gerekir.
Türkiye, ulusal egemenliğe kavuşmasının 100. yılında kuşkusuz ikinci seçenekteki yolu tercih edecektir. Çünkü, 'her millet icraatlarına tahammül ettiği iktidarların sorumluluğuna ortaktır...'