Çin'de başlayarak hızla dünyaya yayılan virüs ile ilgili çalışmalar başladığında en çok öne çıkarılan ilk bilgi ölüm oranlarında yaşlıların risk hattında olmasıydı.

Her akşam televizyona çıkanlar sürekli yaş sınırını vurgulayarak toplumu adeta 'Bu virüsten yaşlılar ölüyor, çok korkmaya gerek yok!' noktasına getirdiler. Böylece 'Evde Kal Türkiye' kampanyaları sadece 'yaşlılar evden çıkmamalı' şekline dönüştürüldü. Bu arada on binlerce kişinin kontrolsüz umre ziyaretleri, kalabalık seyircili spor müsabakaları, yurt dışı seyahatler, meydan düğünleri, 'çaylı, kahveli' siyasi toplantılar, kalabalık etkinlikler sürdü gitti…

65 yaşın altındaki kitlede salgının sadece yaşlıları ilgilendiren bir sorun olduğu algısı yaratıldı, 'asıl virüs taşıyıcılarla' ilgili önlemler yetersiz kaldı. Oysa yaşlılar hasta oluyordu ama sürekli dolaşım halindeki gençler ve çocuklar asıl taşıyıcıydı.

MASKE BİLE VERİLMEDİ!..

Türkiye nüfusu 83 milyon 200 bin kişi. Bu nüfusun 7 milyon 550 bini 65 yaş ve üstü. Yani katı yasaklar uygulanan yurttaş sayısı toplam nüfusun yüzde 10'u bile değil. Bu nüfusa önceleri maske dahi verilmedi. Tüm uyarılar yaşlılar üzerinden yapılırken; AVM'lerde, çarşıda, pazarda curcunayı görmezden gelenler, yaşlıların nefes alabildikleri ve sessizce oturdukları parklardaki bankları bile kaldırdılar.

Salgın yayıldıkça Anadolu kültüründe yüzyıllar boyunca yeri olmayan 'yaşlıları hırpalama ve dışlama dönemi' başladı. Yaşlılar adeta salgının 'günah keçileri' haline getirildiler.

Sokağa çıkan yaşlılarla alay edenler, kafalarına kolonya dökenler, yılların yorgunluğu altında küçülmüş bedenleriyle ama görevini başarıyla tamamlamanın onuruyla banklarda oturanlara su atanlar, emekli maaşını almak için kuyrukta bekleyenlere vebalı muamelesi yapanlar gırla gitti. Hatta gördükleri yaşlıların üzerine ağ atan densizleri bile gördük.

'NE EVLERE NE DE SOKAKLARA SIĞDIRAMADIK!..'

65 yaş üstü yurttaşlarımızın çoğunun yaşlılığa bağlı rahatsızlıkları var. Önemli bir bölümü ya hiç dışarı çıkamıyor ya da 'bulabilirse' bir refakatçi ile sadece hava almaya çıkıyor; ilaç takviyesi ile azalan yaşam umutlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Hareketsiz bir yaşamın üzerine yalnızlık ve dışlanmışlık duygusu da eklenince zaten kırılgan olan fiziki ve duygusal yapıları yıkıma uğruyor, mevcut rahatsızlıkları daha da ağırlaşıyor.

Bu gidişle salgın sonrasında onlar artık ya sokağa hiç çıkamayacaklar ya da çıksalar bile kendilerine yaşatılanlar yüzünden hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

En acımasız uygulama ise, toplu taşıma araçlarına binmelerinin engellenmesi oldu. Bu insanlar maaşlarını almak için bankalara, ilaçlarını almak için eczaneye, zorunlu tedavilerini ve kontrollerini yaptırmak için hastaneye nasıl gidecekler?

'Taksiye binip gitsin!' diyenlerin 'ekmek bulamazlarsa pasta yesinler' diyenlerden ne farkı var?

Lafa gelince her gün 'mangalda kül bırakmıyoruz'.

Sığındıkları ve hiç dışarı çıkmadıkları huzurevlerinde bile koruyamadık onları.

Toplu halde kaybetmişiz gariplerimin birçoğunu oralarda…

Acaba bu salgın, bir zamanlar köşelerimizde baş tacı ettiğimiz yaşlıları kolaylıkla ötekileştirebilen, küçümseyen, değersizleştiren ve gereksizleştiren bir sosyal ve kültürel yapıya dönüştüğümüzü mü gösteriyor?

İYİ Kİ ATAOLLAR HALA VAR...

Ünlü şair ve yazar Ataol Behramoğlu '65 yaş ve üstü insanlarımıza uygulanan kısıtlamaların, anayasanın ve temel insan haklarının eşitlik ilkesine aykırı olduğunu belirterek' uygulamanın durdurulması talebiyle dava açtı.

Aslında Sayın Behramoğlu,1968'lerde 'bu günün yaşlıları olan o dönemin yurtsever gençleri gibi' memleketi ve halkı için nelerin mücadelesini verdiyse,50 yıl sonra bu gün yine 'insan hakları, adalet ve eşitlik' diyerek inandığı çizgide mücadelesini sürdürüyor.

Bir ustanın anlatımıyla; 'Bu çizginin nasıl onurlu ve nasıl itibarlı bir çizgi olduğuna ise varın siz karar verin!...'