Havalar da bir garipleşti.
Günde kaç posta yağmur yağıyor.
Arkasından yakıcı bir sıcak…
Yağmur sıcağı, dedikleri…
Sonra birden…
Gök gürültüsü…
Şimşek…
Ve ürkütücü karanlık…
Arkasından sağanak yağmur…
***
Ve ben kaç posta yağmura yakalanıp ıslandım.
Sırılsıklam hem de.
Yaz yağmurunda üstelik.
Ne diyorlardı bu yağmurlara?
Ahmakıslatan mı?
Eh işte!
Bizden iyi ahmak mı olur?
Yağmurda…
Gelip geçici yaz yağmurunda ıslanırken yazı yazmayı düşünmek…
Yazı sırası mı oysa?
Ahmaklık işte!
İnsan, kafası karma karışıkken nasıl yazı yazabilir ki?
Yazdığımız bu yazılar ne olacak?
Neye yarayacak?
Onu da bilmiyorum.
Yok olup giden pek çok şey gibi yok olup gidecek işte.
Klasörler dolusu mektup yırtıp attım.
Genç edebiyatçılardık.
Edebiyat dergilerinde hikayeler yazıyorduk.
Ve sanat, edebiyat üzerine mektuplaşıyorduk.
İleride ünlü bir yazar olacağımız hayaliyle her şeyi saklıyorduk.
Mektuplarımızı…
Yazı notlarımızı…
Hikaye taslaklarımızı…
Yarım kalmış hikayelerimizi….
Edebiyat dergilerini…
Her şeyi.
Ahmaklık işte.
Derken otuz yılın geçip gittiğini fark ettim.
Ve her şeyin değiştiğini…
Zamanın değiştiğini…
İnsanın bile değiştiğini fark ettim.
Hem de nasıl bir değişme!
İnsan insan olmaktan çıkmış haberimiz yok!
Sanat…
Edebiyat…
Okumak, yazmak…
Ahmaklık onun gözünde.
Çıkarı, menfaati yoksa bir işte…
Asla!
Ve her şeyi yırtıp attım; geçmişe ait ne varsa.
Yazdıklarımı, yazacaklarımı…
Her şeyi!
***
İşte böyle bir havada…
Yağmurda ıslanmışken birkaç kez, ora bura derken…
Eve…
Batıdaki son eve gelip bir bardak sıcak çay içerken yine de yazı yazmayı düşünmek…
Ahmaklığa devam yani!