Bahar da geldi.
İlkokulda mı öğretiyorlardı mevsimleri?
Sonbahar, kış; ilkbahar, yaz…
Sıra böyleydi.
Belki de bizim öğretmenin öğretme sırası böyleydi, sonbahar ile ilkbahar arasındaki ses uyumu nedeniyle.
Ama nedense benim içimden hep ilkbahardan başlamak gelirdi, öğretmen tahtaya kaldırıp da say bakalım mevsimleri dediğinde.
Kışın kapalı, kasvetli, bunaltıcı havasını hiç sevmezdim.
En sevdiğim mevsim ilkbahardı.
Sonbaharı da severdim.
Ağaçların sararan yapraklarını, bağbozumlarını, ılık ılık esen rüzgarı…
***
Her şey ne kadar değişti.
Bizim zamanımızda, sınıfın duvarlarında mevsimler tablosu olurdu. Mevsimleri gösteren resimler…
Bilmiyorum, belki hala vardır.
Ama şimdiki çocuklar bir başka. Onların dünyasında bir anlamı yok bizim mevsimler tablosunun.
Ellerinde cep telefonu, cep telefonlarında internet…
Yazınca internete…
Her şey cep telefonlarının ekranında…
Mesela biz çocukken illerin plaka numaralarını ezberlerdik.
Sonra telefon kodlarını...
En az yirmi, otuz; belki de daha fazla telefon numarasını ezbere bilirdik…
'Hayat Bilgisi' dersinde ülkelerin dağlarını, denizlerini, ovalarını, nehirlerini, göllerini…
Ve bir de kare şeklindeki ucuz çikolatalardan çıkan Yeşilçam artistlerinin adlarını bilirdik ezbere.
Arkadaşımız cebinden çıkartıp fotoğrafı gösterdiğinde artistin adını şak diye söylerdik.
'Banu Alkan!'
'Bilemedin, Filiz Akın! Kaybettin, iki artist vereceksin.'
'Olmaz, bir artist veririm.'
'Tamam, ver.'
'Kimi istiyorsun?'
'Cüneyt Arkın'ı!'
Kazanan bir de şarkı tuttururdu keyfinden.
'Filiz Akın, onu seven Cüneyt Arkın!'
Bu bir oyundu; kazanır, kaybederdik.
Doğru, basit bir oyun.
Şimdiki çocuklara anlatsan…
'Bu ne ya!' derler sanırım.
Belki de hiç anlamazlar, o ucuz çikolatalardan çıkan artist fotoğraflarının bize verdiği heyecanı.
Yahut da şehirlerin plaka numaralarını, telefon kodlarını ezbere bilmenin verdiği gururu…
Lisede, Manisalı bir arkadaşımız işi daha da ileri götürmüştü.
Yetmiş iki vilayetin, o zaman yetmiş iki vilayet vardı, ilçelerini, kasabalarını, nahiyelerini ezbere bilirdi.
'Say hadi İstanbul'un ilçelerini!'
Sayardı takır takır. Üstüne bir de Ankara'nınkileri eklerdi… İstersen memleketini söylerdin onu da sayardı.
Gereksiz…
Lüzumsuz bilgilerdi belki ama…
Ama öğrenmek…
Bilmek…
Bunun verdiği zevk, heyecan başkaydı.
Şimdi her şey, her bilgi internette…
Sadece kendi ülkenin vilayetleri değil, tüm dünya parmaklarının ucunda.
Ülkenin, tüm dünyanın dağları, ovaları, nehirleri internette…
Hiç zahmet edip kendini sıkıntıya sokmana lüzum yok.
Bir şey bilmene, öğrenmene…
Okumana, yazmana lüzum yok.
Kimi zaman; kitaplığa sığmayan, evin her yerini istila eden, evde koyacak yer kalmadığı için başıma bela olan kitaplara bakıp kendi kendime soruyorum,
'Neden okudum ki bütün bu kitapları?'
'Keşke,' diyorum, 'hiç okumasaydım, hiç bu yola girmeseydim. Keşke böyle biri olmasaydım. Daha mutlu olurdum, daha huzurlu… Zaman değişti, çok değişti. Şövalyelik biteli çok oldu.'

İnternette olmayan ne?
Öğrenmenin, başarmanın, bilmenin zevki, heyecanı, mutluluğu…
Peki, ne yapacağız biz şimdi böyle? Ortada kalakalmış bir halde.