'Antikahramanın geleceği için ufacık bir ümit, yalnızca var olmayı sürdürmek bile yeterlidir;
bırak onu der çağımız, insanoğlunun tarihini yaşadığı yerde, dörtyol ağzında, bir ikilem içinde, kaybedecekleri ve fazla bir şey etmeyen kazanacaklarıyla bırak onu;
izin ver yaşamını sürdürsün, ama yol gösterme, ödüllendirme;
çünkü biz de telefonun asla çalmadığı şu hücre odalarımızda bu kızın, bu gerçeğin, bu pırıl pırıl insanlığın, hayal gücüyle yiten gerçekliğin dönmesini bekliyoruz;
ve döneceğini söylersek yalan olur.
Ama labirentin merkezi yoktur. Bitiş, belli sırada yer alan nokta, bir makas darbesidir sadece…' (s.663)
***
Alıntıladığım cümleler insan zihninin labirentlerinde dolaşan metafizik bir eğlence treni görevini üstlenmiş, ihlale yasak ama aynı zamanda müsait gerçek ile sanrı arasında her tonda gri bölgeyle dolu 'Büyücü' adlı romandan.
Adını duyup da hiçbir kitabını okuyamadığım yazarlardan biriydi John Fowles. 'Büyücü' romanını elime alınca, kalınlığıyla ters orantılı bir hızla okuyuverdim.
Kesinlikle Fowles'ın çarpıcı başyapıtı.
Aklımı karıştıran çok kitap okumama rağmen, bu romanda 'dumur üstüne dumur' yaşadım.
Roman o kadar dolu dolu, o kadar akıcı ve o kadar 'büyülü' ki…
***
Oxford mezunu akıllı bir genç olan Nicholas Urfe, Londra'da bir partide tanıştığı Alison ile ilişkisinin ciddileşmesinden sonra, bir Yunan adasına İngilizce öğretmenliği yapmaya gider.
Yalnızlık, sıkıntı ve depresyon içindeyken yürüyüşlerinden birinde Maurice Conchis adlı yaşlı ve zengin bir adamla tanışır. Bir anda kendini psikolojik oyunların, mitolojik canlandırmaların, absürt ve gizemli ilişkilerin içinde bulur.
Tanrı ve özgürlük kavramları, kadın ile erkek ilişkileri karşılaştırılmakta, gerçek özgürlüğün ancak kendini tanımakla mümkün olacağı savına yer verilmektedir.
Conchis'in kurguladığı, Tanrıcılık oyunu önceleri şaka gibi görünür, fakat olaylar gelişip büyüdükçe neyin gerçek neyin sanal olduğunu anlama yeteneğini kaybeder. Aslında yaşadığı entelektüel hayatının gizemli kişiliğini, paradoksal fikirlerini, kendi bencilliklerini yaşadığını, tüm yaşananların kendi yaşamının parçası olduğunu fark eder.
Kusur denirse eğer, finalde okura açık kapı bırakması, bir tamamlanmamışlık, tatmin olmamışlık duygusu veriyor insana.
***
Benim gözümde; uzadıkça uzayan ama hiç sıkmayan, okuru sarmalayan kurgusuyla; göz korkutan 681 sayfalık kalınlık ve punto küçüklüğünü buz üstünde kayak yapma hızındaki anlatımı ve duru diliyle; İngiliz edebiyatından kristaller kattığı içeriğiyle; mitolojik olayların tığıyla bezenmiş örgüsüyle, okura tokat üstüne tokat atan öykü gücüyle tam bir başyapıt.
1968'de filmi yapılmış, ancak tüm yorumlar filmin senaryosunun kitabın yerini tutmadığını ve çok eksik kaldığını belirtiyor.
Bu kitabı ömrüm yeterse yeniden okuyacaklarımın arasına yazdım.
Mutlaka tavsiye edeceğim, bittiğine üzüldüğüm bir kitap oldu.
***
'Başkaldırmak gibi özel bir yeteneği olmayan başkaldıran, erkek arı olmaya mahkûmdur;
ama bu metafor bile tam yerinde değil, çünkü erkek arının hiç değilse kraliçe arıyı döllemek için ufak bir şansı vardır, oysa insan başkaldıran-arının bu kadarcık bile şansı yoktur ve nihayetinde,
yalnızca kraliçe arıların hayattaki parlak başarısından değil, insan kovanındaki işçi arıların mütevazi mutluluğundan bile mahrum olduğunu fark ederek kendini bütünüyle verimsiz görür.' (s.523)