Bazı şeyler vardır hayatlarımızda, kimi zaman o kadar küçüktürler ki, göremezsiniz...

Gördüğünüzde ise, artık başa çıkılamayacak kadar büyümüştür…

Olcay'la iki yılı aşkın süre çalıştım...

Aynı odayı paylaştım...

Aynı sigara kokusunu, aynı açlığı, aynı tokluğu...

Sabahları, kahvaltı edip etmediğimi anlayan sezgisini hep merak ettim...

Çoğunda doğruyu biliyordu, belki günaydın diyen ses tonumdan, belki gözlerimden, belki yeni günün sıkıntılarını alt etmeye yeminli bakışlarımdan...

Bilmiyorum...

Bense, kendimi onun kararlarına bırakmıştım, aç olduğumu düşündüğünde aç, tok olduğumu düşündüğümde tok, keyifli olduğumu düşündüğünde keyifliydim...

O, ne diyorsa oydum...

***

Bu yazı belki birçokları için gecikmiş bir yazı...

Ama öyle değil...

O'nun için bir kaç kelam edebilecek gücü kendimde bulduğumda yazılmış bir yazı, yalnızca o kadar...

O, cennetin kızı artık...

Önünde beklediği ve sonsuza kadar açılan kapıların ardındaki cennette, tanıdığı ya da tanımadığı, sevdiği ya da sevmediği herkes için yer bulma telaşında biliyorum...

Şöyle bir şey sanki;

Olcay, değil mi ki oraya gitti bizden önce;

Artık günahın zerresinin zararı olmaz bize...

O'nun bile affetmeyeceği şeyler yok mudur hayatımız içinde; vardır elbette, onun kararını verecek olan bizleriz, kayıtsız şartsız bir kabulleniş, kayıtsız şartsız bir affediş değil O'nunkisi...

Yalnızca vicdanlarımızda bıraktığı iz ile kendini yaratan ve yok eden bir ıstırabın faturası bu...

***

Nazım Hikmet ne diyor?

«— Paydos...» — diyecek bize bir gün tabiat anamız, —
«gülmek, ağlamak bitti çocuğum...»
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak :
görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat...

Olcay,

Görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayatın kapısı önünde beklemeyecek bizi;

Ardına kadar açılmış cennetin kapısında,

Ağlamakla susmak arasında,

Ağlamakla gülmek arasında,

Ağlamakla ızdırap arasında kalan hayatlarımızın gönülçeleni olacak, var edecek tüm yok saydıklarımızı; hatalarımızı, reddedişlerimizi, zavallılıklarımızı, en çok da hatıralarımızı...

Çünkü artık o bizden daha bilge...

Daha görmüş, daha anlamış, daha affetmiş...

Hepimizden daha önce sezinlemiş...

Daha çok huzurlu, daha çok hak etmiş...

***

O, O deyip durduğum Olcay...

İşte o, orada, hepimizin bildiği, tanıdığı, hepimizin anladığımızı sandığımız, sevdiğimiz, sevgimizin hiç bir işe yaramadığını anlayamadığımız,

Sadece sevmenin, anlamıyorsak eğer, hiç bir şeye yaramadığını anlatan bize...

O, hoşgörü ülkesinde devin ayakları dibine bırakılmış bir demet kır çiçeği...

O, cennetin kızı...

O, baş ağrımız, yürek sızımız, içinden çıkmadığımız...

***

Önüme çıkana ismini seslenip duruyorum;

Sanki 'efendim' diyen sesini duymayı umuyor, kabullenmeyi bilmeyen içimdeki efendi...

Elimle tuttuğum, gözümle gördüğüm gerçekliği; münafık bir düşman gibi yok etmeye eğilimli efendi...

Bugün boyun eğip, gerçeği anlama zamanı artık...

Artık Olcay yok, artık Olcay olmayacak...

Artık Olcay yalnızca,

Cennetin kızı...

Bizse kızıl çöllerinde hayatın, bir yitik insan bedeniyiz ancak...

Yaşayan ama bilmeyen...

Anlayan ama anlatamayan...

O'na sesleniyorum çağırması için beni, oraya gittiğimde...