Eşitsizlikler, başta ekonomik ve siyasi nedenlerden kaynaklı olmak üzere dünyanın en temel sorunu.

Sosyal sınıflar arasındaki tezatlıklar, ulusların gelişmişlik düzeyine göre ortaya çıkan gelir dağılımı adaletsizlikleri, çeşitli etnik ve dini kökenlerden kaynaklı ayrımlar, toplumsal cinsiyete göre farklılaşan koşullar gibi tüm eşitsizliklerin temelinde, dünyada egemen olan ekonomik ve siyasi koşullar yer alıyor. 

            İnsanlar arasında var olan eşitsizlikler, çeşitli değişkenlerle açıklanıyor. Bu açıklamalar kimimiz için yeterli geliyor olabilir, ancak toplumun büyük çoğunluğunun açıklamalardan tatmin olduğunu söylemek oldukça güç. Nitekim yapılan açıklamalar tatmin edici olsaydı insanların büyük çoğunluğu yapısal eşitsizliklere bireysel veya kolektif çözümler aramazdı. Örneğin Türkiye’de günümüzde Z kuşağı olarak nitelendirilen gençlerin yurtdışına gitme isteği bu denli yoğun hissedilmezdi.

Gazetemiz yazarlarından değerli hocam Prof. Dr. Alper Çabuk, 1 Nisan 2024 tarihindeki “Eşitsizliğin Adı” başlıklı yazısında, dünyayı sadece 100 kişinin yaşadığı bir köy olarak tasvir etmişti ve eşitsizlikleri oldukça net bir şekilde ifade etmişti.

Alper Hoca, sürdürülebilir ve gerçek bir değişimin anahtarının ise eğitim, sağlık, gelir dağılımı, çevre ve teknoloji gibi alanlarda adil politikaların benimsenmesi olduğunu belirtmişti. Gerçekten de eğer ekonomik kalkınmanın sürdürülebilir bir nitelik taşıması isteniyorsa, tüm bu alanlarda adil politikaların benimsenmesi en temel ve en zaruri ihtiyaç…

Adil politikaların uzun erimli sonuçlar vermesi içinse hedef grupların başında geleceğin kuşakları yer almalı. Eşitsizliklerden etkilenen gruplar arasında en kırılganı kuşkusuz ki çocuklar. Kendilerine ait hiçbir yaşam deneyimi olmadan, hiçbir suç ve kabahati bulunmadan eşitsizliklerin sonuçlarına katlanmak zorunda kalan çocuklar

“Çocuk yoksulluğu” diye bir kavram bulunması dahi günümüz dünyasının sorunlu bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. İçinde yaşadığımız sistemin kökten çözülmesi gereken sorunlar içerdiğini apaçık gösteriyor. Zira bir çocuğu yoksul olarak tanımlamak ne kadar insanidir ve bu tanımlama yapılırken kullanılan ölçütler biliniyorsa bu insani sorun neden çözül(e)mez?

UNİCEF’in 2019-2021 yıllarını kapsayan araştırmasına göre dünya ülkeleri arasında çocuk yoksulluğunun en fazla olduğu ülkeler Kolombiya (%35,8), Türkiye (%33,8), Romanya (%29), İspanya (%28), Meksika (%27,3) ve ABD (%26,2). Çocuk yoksulluk oranlarının en düşük olduğu ülkeler ise Danimarka (%9,9),Slovenya (%10), Finlandiya (%10,1), Çekya (%11,6) ve Norveç (%12).

Çocuk yoksulluk oranının en yüksek olduğu Kolombiya, Türkiye, Romanya ve Meksika’nın temel özellikleri, bu ülkelerin azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler statüsünde yer alması. Gelişmişlik seviyesinin düşük olmasının temelinde ise geç sanayileşme yer alıyor. Öte yandan ABD gibi ülkelerde ise piyasa ekonomisi koşullarının “ilahi bir buyruk” olarak kabul edilmesi, eşitsizlikleri derinleştiren temel etmen.

Çocuk yoksulluk oranının en düşük olduğu ülkelerin ortak özelliği ise sosyal refah rejimlerinin her türlü olumsuzluğa rağmen varlığını sürdürmesi. Özellikle İskandinav refah rejimi olarak adlandırılan ülkelerdeki sosyal refah uygulamaları, çocukların yoksullaşmasını önlemede önemli bir işlevi yerine getiriyor. Sonuç olarak da çocuk yoksulluğunu önlemeyi başaran bu ülkeler, gelecek nesillerin de kendinden emin bir şekilde ilerlemesini kolaylaştırıyor.

Gerek Türkiye’deki gerekse dünyadaki politika yapıcıların ve uygulayıcıların dikkatini çekmesi gereken en önemli sosyal sorun: bugün çocukların eşit şartlarda büyümediği gerçeğidir. Bu sorun, bir yandan günümüz çocuklarının sağlıksız ve mutsuz büyümesine yol açarken, diğer taraftan gelecek kuşaklar arasındaki eşitsizlikleri de derinleştiriyor. Dolayısıyla uluslararası ve ulusal normlar yalnızca kağıt üstünde bırakılmadan tüm çocukların eşit şartlarda büyüme hakkını kullanabilmesi gerekiyor.