Farklı olana bakmak zordur, değişik ritimler ilk başta korkutabilir; ancak hayatın üzerimize uyguladığı baskı sadece bizim seçtiğimiz çözümlerle geçmeyebilir. Kendi içimizde bile çelişirken farklı olana kızmak neden?
Postmodernizme göre kendi çıkarlarımızı ve inançlarımızı kısmen radikal bir eleştiriye tabi tutamıyorsak, bunun nedeni inanç, çıkar ya da söylemin, bir zamanlar evrensel bir öznelliğin işgal ettiği türden aşkın bir konuma yükseltilmiş olması ve bundan da önce, kötü ün yapmış diğer 'post' adaylarının bu konuma yerleşmiş olmalarıdır. Şimdi aşkın olan, kendi kendini geçerli kılan ve eleştiriye kapalı olan çıkarlardır ve bu da herkesin çıkarına olan bir konumdur. Bu çıkarlar bizim asla gıyabında konuşamayacağımız ve bundan dolayı tarihsel köklerinin soruşturulması söz konusu bile edilemeyecek çıkarları temsil eder. İnandığımız şeyin yaptığımız şeyle bağıntılı olduğunu açıklamanın bir çok yolundan biri olarak iş gören ideoloji kavramı böylelikle münasip bir şekilde güme gitmektedir - münasip bir şekilde çünkü toplumsal inançlarımız ve yatırımlarımızı tüm radikal itirazlardan muaf tutan bu tartışma üslubu, tam da kendi başına ideolojik bir söylemdir. Postmodernizm, kendi karşıtı olarak bir mutlak hakikat nosyonunu ima ettiği için ideoloji kavramının işe yaramaz olduğunu iddia etmektedir. Oysa ırkçı söylemi eleştirmek için mutlak hakikate erişme imtiyazına sahip olmanız gerekmez.

Bu güçlü uzlaşımsalcı teori bazen, halihazırda hiç kimsenin kuşku duymayabileceği gözleme dayalı önermeleri 'inançlar' kategorisine dahil eder ve böylelikle 'inanç' terimini iş göremez hale getirecek kadar genişletir. 'Her şey bir yorumdur' önermesinde ya da bunun solcu değişkesi 'her şey politiktir' önermesinde olduğu gibi, bu konum söylenecek tüm sözleri iptal eder, aşırı gerilmiş bir lastik kumaş parçası gibi kavrayışımızdan sıyrılıverirler. Bu teoriye göre, dünya, kendisi hakkında söyleşiyor olsak bile, bizim söyleşimize hiçbir katkıda bulunmaz. Dünya nasıl bir cılız cıvıltı çıkarırsa çıkarsın, pragmatistin vereceği yanıt, gözünü korkuttukları çocukları hakkında konuşan otoriter bir ebeveyn gibi, 'Sözümüzü kesme! Senin hakkında konuşuyoruz!' demek olacaktır. Ama bu örnek, davranışımızda zerre kadar değişiklik yaratmayacağından, bu örneği olduğu gibi ileri sürmek, hakikat konusundaki 'tekabüliyet teorisi'ni reddedenlerin gözünde, dilimizin gerçekliğe bir şekilde 'tekabül ettiği'ni ileri sürmek denli beyhudedir. Bu gerçekten de, dilimiz bize dünyayı 'verdiği' için, eşanlı olarak dilin dünyayla bağıntısı üzerine yorum yapılamayacağını savunan Tractatus Logico-Philosophicus'un yazarı Wittgenstein'ına geri dönmektir.

Wittgenstein daha sonraki çalışmalarında bu tekçi (monistic) görüşü terk etti ve 'bir bütün olarak dil' üzerine düşünmek yerine, dünyanın bazı parçalarının kendilerine gerekçe sağlaması anlamında dünyayla ilişki kuran 'Ah!' ya da 'Ateş' gibi söz edimlerini ele almaya başladı. Söz edimlerimizin bazılarının etkisi ya da amacı dünyanın bazı parçalarını gizlemek, gizemselleştirmek, rasyonelleştirmek, doğallaştırmak, evrenselleştirmek ya da meşrulaştırmaktır ve bu da geleneksel olarak ideoloji diye bilinen söz edimleri grubudur. Bunun mutlak hakikatin herhangi hayali karşıtıyla (eğer böyle bir şey varsa bu, sahte bir postmodern hedeftir ancak) hiçbir alakası yoktur. Gösterenin gösterilenler üzerindeki karmaşık işlemlerine de değinmek yerine yalnızca gösterenin gösterileni üretme tarzına dikkat kesilen bir postmodern gösterge bilgisi, çeşitli söz edimlerini, göstergeler ve şeyler arasındaki çeşitli ilişkilerle, dilin dünya kurucu rolü üzerinde odaklanan 'genel dil' modeliyle karıştırmaktan başka bir şey yapmaz. Bu anlamda postmodernizm, ne gibi çoğulcu ehliyet belgeleri taşırsa taşısın, Wittgenstein'ın gelişim dönemindeki tekçiliğinin ötesine kesin biçimde geçme görevini daha tamamlamamıştır.